Roma'yı Emziren Dişi Oğuz Kurdu: Rasenna (Etrüskler-Turskuzlar)


"Tarih, faydası herkesi kapsayan bir ilimdir. 
Yaşanılan çağın olaylarıyla, eski çağın olaylarını 
karşılaştırıp sonuca varmak gerekir"

Naima


Bu yazıda cevabı verilmeyecek olan sorularla başlayalım; Roma İmparatorluğunu bu kadar özel kılan nedir? Fatih Sultan Mehmet ile doruğa erişmiş olan Roma'yı fethetme sevdası sadece Kızıl-Elma ülküsü ile açıklanabilir mi? Atatürk'ün Latin alfabesini seçmesinin altında, Latin alfabesinin Etrüsklerin alfabesinden etkilenmiş olmasının bir etkisi olabilir mi? Bu konularla ilgili tonlarca soru oluşturabilir, kafamızı olduğundan daha fazla karıştırabiliriz. Ancak güncel tarihi tezler ve toplumların kökenlerine ilişkin varsayımların mantıklı bağlantılar kurması koşuluyla geçmişin gizemli sırlarını ortaya çıkarmakta olduğunu da kabul etmek gerekir. Elbette bu kabul, sizin, tarihe ve bu gizemlere hangi taraftan baktığınızın önemli olmaması koşuluyla mümkündür. Ancak bazı noktalarda tahkik edilmesi gereken önemli işaretler vardır ki, işte bir takım yabancı akademisyenler ve dahi bu insanların tezleri üzerinden tarihi çalışmalarını yürüten, kendi öz tarihçilerimiz ve sözde aydınlarımız bu önemli işaretlerin doğruluğu oranında ya susmayı ya da aynı şiddette dalga geçmeyi kendilerine hak görmektedirler. Bu yazıda Etrüskleri geniş bir şekilde incelerken, eski çağ tarihini uygarlıklar bazında bitirmiş olduğumuz için, köken konusunda sunmayı düşündüğüm veya doğruluğunu desteklediğim tez ve teorilerden de bahsedeceğim. Bütün bunlardan önce ise size Etrüskler ile ilgili ve onların uygarlıklarının oluşumuna dair pek çok ayrıntılı bilgi veren, Türk Tarih Kurumunun 2007 yılında yaptığı Sempozyuma sunulan bildirileri derleyerek bastığı bir kitabı tanıtacağım.

Alpinlerin Ortaya Çıkışından, Son Etrüsk Şehrinin Düşüşüne: Tarihten Bir Kesit, Etrüskler - Türk Tarih Kurumu Sempozyum Bildirileri

Etrüsklerin tarihi ve kökenine ilişkin olarak en yoğun çalışma yapılan dönem, bugün bir tarih fantezisi olarak gösterilmeye çalışılan Türk Tarih Tezinin kurulduğu zamanlarda ön plana çıkmaktadır. Günümüzde ortaya çıkan, farklı akademik kaynaklar her ne kadar bu tezin hayallerden uzak bir öngörüye sahip olduğunu gösteriyor olsa da, Türk Tarih Kurumu'nun uzun bir süre boyunca Osmanlı Tarihi dışında, Türk tarihinin bütün şubelerine kapıyı kapatmış ya da odaklanmamış olması veya eski çağ, İslamiyet öncesi çağ tarihinde Türklerin yerini araştırmaya pek fazla kaynak ve zaman ayrılmamış olması tarih disiplinine ters düşmüştür. Uzun bir süre Türk kültür tarihine dair önemli işaretler taşımaları çok yüksek ihtimal taşıyan uygarlıklara dair bilimsel, akademik ve tarihi anlamda çok fazla çalışma yapılmamıştır. Türkiye'de tarihin, özellikle Türk tarihinin araştırılmasının "ırkçı" bir faaliyet olarak görülmesi yönünde yaratılmakta olan algının meyvelerini de buna dahil ederseniz sorunun küçük gözükmesine rağmen aslında ne kadar büyük olduğunu anlayabilirsiniz. Size tanıtacağım kitap, Türk Tarih Kurumunun 2007 yılında düzenlediği Etrüsklere ilişkin sempozyumda yayınlanan bildirilerden derlenmiş bir eser. Karton kapaklı, geniş ebatlarda 262 sayfa. İçerisinde Türkçe, İngilizce ve İtalyanca olarak sunulmuş bildiriler var. Birçok farklı akademisyenin, sadece Etrüskler ile ilgili değil, bu gizemin çözülmesi yönünde farklı bilim dallarında uzmanlaşmış bilim adamlarının bilgilerini aktardıkları çok kıymetli bir eser. Dönemin TTK başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun açılış metniyle başlayan kitapta Antropoloji araştırmalarının gelişimi, faydaları, geçmişi ve geleceğinden bahsedilirken, bizlerin de çok eski çağlarda, aynı sınıfta bulunduğumuz Brakisefal, Alpin ırkın tarihi devirlere göre yerleşim yerlerinde görülme sıklıkları ve bunların oranlanmasına kadar varabilecek geniş bir bilgi edinebiliyorsunuz. Paleolitik dönemde yeni görülmeye başlayan Alpin ırkın, Mezolitik dönemde Anadolu ve Doğu Akdeniz kıyılarında ciddi oranda artış gösterdiği, Neolitik çağda hakim duruma geldiğini gösteren deliller sunuyor ki bu da özellikle Alpin ırkın Anadolu'ya 1.000'li yıllarda yoğun olarak geldiği tezini çökertiyor. Ayrıca Alpin ırkın M.Ö. 8.000'den sonra gösterdiği bu yoğunluğun bir benzerinin 900-1000 yılları arasında tekrar yaşanmakta olduğuna dair deliller sunuyor. Antropolojinin bir bilim olduğu, bunun kafatasçılık olarak değerlendirilmesi ile ilgili de ilginç eleştiriler sunuyor. Yayınlanan bildiri tek bir bilim insanına ait değil, ortak bir çalışma. Dolayısıyla bazı noktalara çok objektif bir şekilde yaklaşıyor. Devam eden bildirilerde, Etrüsk incelemelerine batı dünyasının bakışı, Türkiye'de yapılmakta olan çalışmalar ve bu çalışmalara karşı takınılan tutum ve davranışlardan bahsediliyor. Pek çok bildiride Adile Ayda'nın sizlere tanıttığım kitaplarındaki çalışmalara atıfta bulunuluyor.

İlerleyen bölümlerde, özellikle Etrüsklerin dilleri ile Türk dilleri arasındaki bağlantıları vurgulayan bildiriler ile karşılaşıyorsunuz. Bunlar arasında Kazım Mirşan'ın çözümlemelerinden tutun da, Sumer-Kenger bahsinde size kitabını tanıtmış olduğum M. Ünal Mutlu'nun da hem Türkçe, hem İngilizce olarak sunduğu bildirilerini okuyabiliyorsunuz. Bunun dışında Muazzez İlmiye Çığ'ın Sumer-Türk bağlarından yola çıkarak kurduğu teze ilişkin bildirilere de yine buradan ulaşabiliyorsunuz. Homer ve Herodot kaynaklarının Etrüskler açısından incelenmesinden, Son dönemde yapılan İnekler ve İnsanlar üzerinden yürütülmüş genom araştırmalarına varana değin pek çok özenli makale mevcut. Kendi sınırlı tarihi bilgim doğrultusunda sunulan bazı bildirilerde hatalar bulduğumu da dipnot olarak düşmem gerekir. Ancak kitap genel olarak çok önemli bir kaynak eser niteliğini taşıyor. İngilizce biliyorsanız, bazı bildirileri rahatlıkla okuyabilirsiniz. Benim açımdan İngilizce sorun taşımamakla birlikte, İtalyanca bildirilere bakıp, sayfaları boş boş çevirmekle yetindim. Keşke Türk Tarih Kurumu bu bildirileri kendi dilimize çevirerek bastırsaymış demeden edemiyorum. Zira İtalyan bilim adamlarının bildirilerinde sadece mevcut resimlere bakarak bir fikir yürütmeye çalışabiliyorsunuz. İçeriğindeki pek çok bildiri ile Etrüskler konusunda güncel sonuçları da tartışıyor olmasının getirdiği artısı ile Etrüskler ile ilgili derli toplu bir bilgi kaynağına ulaşmak isteyenler için muhakkak kütüphanelerinde bulundurmaları gereken bir kaynak.

Sibirya'nın Doğusundan, Alplerin Güneyine Yolculuk Eden Destanlar: Etrüsk(Tur-Skuz) -İskit/Saka (Skuz) Benzerliği

Etrüskler ile Türk toplumlarının köken birliğine ilişkin en önemli benzerlik taşıyan hususlar, destanlarda ortaya çıkan benzerlikler ve bazı noktalarda aynılıklardır. Elbette her toplumun mitolojisinde, benzeri unsurların bulunabiliyor olmasını açıklamak maksadıyla evreni algılama şeklimize göre ortak bir bilinçten bahsetmek mümkün. Ancak bütün bu destanlar arasında, birbirinden fersahlarca uzakta olan toplumlarda mevcut destanların birbirlerine bu kadar çok benziyor olmasını tesadüflerle veya farklı toplumların ortak yaratılış bilinci ile değerlendirebilmenin mümkün olmadığını da kabul etmek gerekir. Roma'nın kuruluşu destanı en revaçta olan ve Türk destanlarına en benzeyen motifleri taşıyan destan olduğu için, bu destanı ve çocuk emziren dişi kurt figürünün yer aldığı destanlardan ziyade önce üzerinde durulması gereken Yakutların "Olonkho" adı verdikleri destanlardır. Yazıları takip ediyorsanız bileceğiniz üzere, Etrüsklere ilişkin Türk tarihçileri tarafından en yoğun kabul gören tezlerden birisi, onların Alplerin güneyine göçen Sakalar ile Batı Anadolu'dan göçen Turlar ya da Troyalıların -belki de her ikisi aynı topluluğu işaret etmektedir- karışması sonucu ortaya çıkan bir toplum olduğudur. Burada aynılığı oluşturan unsurlardan bir diğeri de, Yakutların kendilerini yaşayan Sakalar olarak görüyor olmalarıdır. Bu husus, destanın coğrafyalar arası uzaklığa rağmen aynı kültürün izlerini taşıyor olmasını, Türk tezleri doğrultusunda makul, kabul edilebilir kılmakla birlikte bakış açısını değiştirip destandaki figürlerin aynılığı açısından bakıldığında Etrüsklerin içerisinde Saka bakiyesi topluluklar olduğunun da delili olarak görülebilir. Yakut şiirlerinden oluşan Olonkholarda, tanrıçanın sağ göğsünden süt emerek güçlenen destan kahramanı figürünün, Toscana'da bulunan bir Etrüsk aynasının arkasına motif olarak işlenmiş olması üzerinde durulması gereken ilgi çekici bir durumdur. Bununla birlikte Etrüsk mitlerinde benzeri figürlerin yer alması ve aynen Latin-Roma destanlarına geçmiş olması da bu anlamda dikkat çekicidir. Daha geniş düşündüğümüz takdirde, Oğuz Kağan destanlarında anaerkil düzeni terkedip, ataerkil düzene geçişe karşı duyulan isteğin sembolik ve psikanalitik anlatımı sayılabilecek Oğuz'un annesinin sütünü bir kez emip, daha sonra reddetmiş olması hususundaki temel mana bakımından da bu destanlar ile ilişkilendirebilmek bence olanaklıdır.

Destan unsuru ile birbirine silsile ile bağlanan Etrüsk ve Skuz/İskit/Saka uygarlıklarını bağlayan bir diğer mitolojik unsur, varoluş destanlarıdır. İskitler ve Sakalar ile ilgili yazıyı okuduysanız, Targıtay ve Oğuz Kağan Destanı arasında paralellikler kuran görüşlere ilişkin aktardıklarımı az çok biliyorsunuzdur. Kısaca özet geçmek gerekirse, Targıtay, Skuzların atası ve ilk insan olup Papay(Yunan Mitolojisinde Zeus) ve Api'den(Yunan Mitolojisinde Borisfen Irmağı) doğmuştur. Papay günümüzde Çuvaş lehçesinde halen Baba Tanrı anlamında kullanılmakta olan bir kelimedir. Bu tanrı Etrüsk tanrılar panteonunda kendisini Tinia olarak gösterir ki, Tin günümüzde halen "Ruh" anlamında kullanılmakta, Tinia ise farklı yorumlar olmakla birlikte "Yüce Ruh" anlamını taşıdığı iddia edilen bir kelime olarak karşımıza çıkmaktadır. Api ise Etrüsk tanrılar panteonunda Uni olarak yer alırken, bazı İtalyan etrüskologlar doğru okunuşun Ani olduğunu savunmakta ve bu kelime de bütün Türk lehçelerinde ufak değişikliklerle aynı anlamı taşımaktadır; Ana. Ayrıca Adile Ayda'nın Uni, Ani, Api bağlamında konuyu Orta Asya'da pek bilinen tanrıça Umay'a bağlamakta olduğu tezleri de vardır. Velhasıl, Targıtay, kendisine gökten inen hediyeleri oğulları arasında paylaştırmıştır. Bu durum Oğuznameler ile paralellik arz etmektedir. Ancak bununla birlikte Etrüsk mitlerinde de Tages (bazı Kaynaklara göre Tarhıt) isimli dünyanın doğurduğu bir atadan bahsedilir. Kelimenin kökeninin hem Etrüskçede, hem de Skuz(İskit-Saka) dilinde tarh, tar kökünden gelmesi ve tarım anlamını taşıması, hem Targıtay'a hem de Tarhıt'a gökten gelen hediyelerin (saban gibi) benzerlik addetmesi tesadüfi benzerliklerle açıklanması mümkün olmayan hususlardır. Bunun dışında okuduğum ve sizlere tanıttığım eserlerde yer alıp, kalem kalem burada sizlere geçmenin pek yorucu olacağı ondan fazla destan paralelliği ve Yakut, Çuvaş ve Kazan mitolojileri ile Etrüsk Mitolojisi arasında pek çok benzerlik ve aynılık arz eden hususun olduğunu da belirtmek isterim. Etrüskler (Tur-Skuz) ve İskitler (Skuz) birbirlerine pek çok alanda benzemektedir ki, bir kısmına ilerleyen satırlarda tekrar değineceğim. Bu anlamda kesin olarak bir köken neticesi sunmamakla birlikte, yeryüzünde var olmuş hiçbir başka uygarlık; Etrüsklere, İskit/Saka uygarlığı kadar benzememekte, bu denli ortak bir kültüre sahip olamamaktadır.

Batı Anadolu'daki Kanlı Geçmişinden Kaçanlar: Etrüsk (Tur-Skuz) - Troya (Tur) Benzerliği

Mitolojilerle ilgili bağlantılara devam edecek olursak, Tur-Saka tezini kuvvetlendiren bir diğer husus da, Troya Savaşı ve sonrasında gelişen destanlar silsilesinin bizlere sunduklarıdır. Homer'in meşhur İlyada'sında Troyalıların yenilgisi henüz belli olmamakla birlikte, Yunan Destanlar Silsilesi bize Odysseus'un kurnaz planı sayesinde Troya'ya girildiği ve Kutsal İlyon'un yok edildiğini anlatır. Bu yok oluşun ardından Vergilius'un Aeneas Destanına göre, Troyalı Aeneas şehirden bir grubu kaçırarak bir müddet Batı Anadolu'da durduktan sonra İtalya kıyılarına göçmüş ve burada Etrüsk medeniyetini kurmuştur. Destanın farklı varyantlarında ve Herodot tarihinde geçen ifadelerin doğruladığı, Aeneas'ın ordusunda yer alan Tyrrhen isimli bir komutanın geride kalanları toplayarak Lidya topraklarından İtalya kıyılarına göçmesinden bahsedilir ki, Tyyrhen ismi bugün Etrüsk topraklarının batısında kalan deniz için halen kullanılmakta ve bölgeye Tyrrhen Denizi denilmektedir. Adile Ayda Tyrrhen isminin doğru okunuşunun Turhan veya Turan olduğu konusunda dil bilim ilkelerine dayanan mantıklı çıkarımlarda bulunmaktadır. Tyrrhen isminin etimolojik çözümlemesi ve incelemesi yapıldığında Eski Yunanca konusunda bilgi sunan kaynaklarda bu kelimenin okunuşlarına dair bilgi veren başta Zaur Hasanov olmak üzere pek çok bilim adamının tespitlerinin de Adile Ayda'nın bu konudaki okunuşunu doğruladığını not düşmem gerekir. Ayrıca İlyada'dan iyi hatırlanacağı üzere Troyalıların koruyucu tanrısı olan Apollon'a, Etrüsklerde Apulu olarak tapınılıyor olması da başından bu yana incelediğimiz hususlarda Troya ve Etruria arasında kalıcı bir bağlantı daha kurmuş durumdadır. Batı Anadolu göçü hakkında sunulan eski çağ tarihi kaynaklarına güvenmeyen akademisyenler için bu kabullerini kırabilecek en önemli delil Toscana Üniversitesi tarafından yapılmış olan gen araştırmalarıdır. Bu araştırmalara göre Toscana bölgesinde -ki eski Etruria olmaktadır- yaşayan insanlarla, Batı Anadolu'da yaşayan Türkiye Türklerinin genleri %90 üzerinde uyuşma göstermektedir. Elbette bu husus Etrüsklerin Türk olduğuna değil, onların Batı Anadolu'dan göçen bir toplum olduğuna delil teşkil etmektedir. Ancak bu araştırmanın bilim insanlarımıza kazandırması gereken pratik, Hint Avrupa tarihçiliğinin kesin kabullerine sığınarak akademisyenlik yapmamaları olsa gerektir. Zira Aryan Irkçılığı temelli tarihçilik Etrüsklerin Batı Anadolu'dan göçmesinin dahi mümkün olmadığını, onların yerleşik bir toplum olduğunu savunmakta idi. Daha önemli olan bir nokta bu araştırmaların sadece insanlar değil aynı bölgelerde yaşayan inekler üzerinde de yapılmış olması ve aynı uyumun yakalanmış olması ile bir göç olgusunun doğruluğunu kati kılmaktadır.

Yukarıdaki olgular, batı tarihçiliğinin anlayışına dair bir gösterge teşkil etmekte ve buna dair bir karine oluşmaktadır. Etrüskoloji ve hatta Anadolu'da yaşayan ön toplumlar konusunda, kendi kökleri dışında kalan hiçbir toplumu görmek istemeyen Aryan tarihçiliğinin pek çok tespiti, güncel araştırmalar ile rahatlıkla ortadan kaldırılabilir. Bu pek tabii Türkoloji araştırmaları için de geçerlidir. Lakin ülkemizde tarihi bir konuda tez üretmenin faturası aşağıdaki şekillerde çıkmaktadır, ben de kendimce bu iddialara bir takım cevaplar getirmekteyim;

- Avrupalı tarihçiler bizim bu iddialarımıza bir taraflarıyla gülüyor. (pek tabii gülecekler, medeniyetlerini bize borçlu olma ihtimallerine rağmen bu tezleri kabul etmelerini beklemiyordunuz sanırım.)
-  Bütün bunlar ilmi delillere sahip olmayan hayalcilerin saçmalıklarıdır. (bu ilmi delilden ne kastettiğinize bağlıdır. Zira bu zamana kadar bahsettiğim tezlerin aksini ispat etmek için, aşağılayıcı ve hakaretamiz ifadeler dışında pek delil bulamadığımı ve her uygarlığa ilişkin karşılaştırmalı tarih okumak için olağanüstü çaba sarf ettiğimi belirtmeliyim.)
- Bu konuda eser veren insanların ya akademik bir titri yoktur ya da akademik geçmişleri şaibelidir. (bunu gerçekten sosyal medyada dillendirenler var ve eski çağ tarihi konusunda eser veren yabancı bilim adamlarının akademik geçmişlerini azıcık dahi olsa bildiklerini zannetmiyorum.)
- Bu masallar sadece bizlerin inandığı şeylerdir. (Sadece ülkesinden batısına algı kapıları açık olduğu için, Azerbaycan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Hindistan, Türkmenistan, Rusya, Macaristan gibi ülkelerde aynı paralelde çok saygı  gösterilen akademik eserler sunan bilim adamlarından ve araştırmacılardan haberi olmayan insanların sunabileceği bir savunma.)

Yukarıda saydıklarım belirli bir entelektüel seviye ve olgunluğa ulaşmış, buna karşın sağlam Türk teorilerine karşın, batı hipotezlerini benimsemeye ve kendisini küçük görmeye karşı ön kabule hazır insanların ağızlarından çıkan tezlerin sadece bir kısmıdır. Bunun yanı sıra, akademik eleştirilerle delil sunan pek çok saygın bilim adamı da mevcut olmakla birlikte, bu konuda da delil sunmaktan çok, aşağılık kompleksi içerisinde bulunuyor olmaları baskın psikolojileridir. Bir diğer temel kriter olarak ise saygın isim faktörü vardır. Örneğin bir Türk araştırmacı, akıl ve mantık sınırları içerisinde bir araya getirilmiş delillerle yaptığı bir sunum sonrasında hayalci, ırkçı veya "o zaten tarihçi değil" diye kolayca eleştirilebilirken, saygın bir Etrüskolog, hiçbir delil sunmadan, evet en ufak bir emare bile sunmaksızın, "Etrüsklere dair iddialar safsatadır" diyebilir ve bu açıklama bizim tatlı su aydını, kompleksli aydınlarımızı tatmin etmek açısından kafidir. Ne yazık ki, araştırma veya bilim anlamında belirli bir objektiflik anlayışını yakalayana kadar da, bu durum böyle devam edecektir.

On İki Rakamının Gizemi, Kutsal Kitaplar ve Etrüsk Mitolojisi

Bu tartışmalardan sıyrılarak konumuza devam edecek olursak, Sumerliler-Kengerler bahsinde size sayıların gizemine ilişkin olarak tanımış olduğum "Sumer Matematiği ve Sayıların Gizemi" isimli kitapta üzerinde çok sık durulmuş olan bir durumun, Etrüsklerde tekrar karşıma çıktığını belirtmeliyim. Sumerlilerin sayı sistemleri ve bunun matematiksel anlamı dışında, ilahi, kozmogonik bir anlam taşıyor olabileceğine değinin bu kitapta, bazı sayıların bazı toplumlarda çok sık olarak yer bulduğundan bahsedilmekteydi. Bu rakamlardan birisi de on iki olarak gösteriliyordu. Gerçekten de on iki rakamı ilk olarak Sumer site devletlerinin sayısı olarak ortaya çıkmasının yanı sıra, Türklerin on iki hayvanlı takvimi, İsrailoğullarının on iki kabilesi, Hz. İsa'nın on iki havarisi ve Etrüsklerde de tıpkı Sumerlilerde olduğu gibi 12 şehir devletinden oluşan yapı bu rakamın karşımıza çıktığı diğer noktalardır. Etrüskologlar, bu sistemin korunmasında hem maddi, hem de manevi olarak titiz davranıldığını belirtiyorlar. Rakamların gizemine inanıyorsanız, muhakkak bu şehirleşme sisteminin Mezopotamya veya Orta Asya'dan İtalya'ya kadar ilerleyişi konusunda kafanızda farklı tezler oluşturabilirsiniz. Ek bilgi olarak Latinlerin Roma'yı ele geçirip Roma İmparatorluğunu kurduğu dönemde de bu on iki yapılı sisteme devam edildiğini söylemeliyim. Bu ilginç gizemin yanı sıra Etrüsklerle ilgili önemli bir diğer gizem konusu ise Etrusca Disciplina olarak anılan ve Roma tarihçilerinden arta kalan bilgiler doğrultusunda Etrüsklerin kutsal kitapları olduğuna inanılan yazmalardır. Roma İmparatorluğu'nun ilerleyen dönemlerinde Etrüsk izlerinin anlaşılmaz bir şekilde yok edilmek istenmesinin kurbanı olan bu yazmalara ilişkin edinilen yegane bilgi, Romalı tarihçilerin metinlerinde zikredilen ismi ve yazmaların Etrüsk teolojisine dair bilgiler taşıdığı yönündeki ifadelerdir. Buradan yola çıkarak Yunan Mitolojisinden etkilendiği düşünülen Etrüsklerin bu kültürden çok daha gelişkin ve özgün bir teolojik sisteme sahip olduğu varsayımında bulunulmaktadır.

Bu konudan bağlantı kurularak irdelenebilecek bir diğer benzerlik, giyim tarzı yönünde kurulabilecek benzerliklerdir. Pek çok araştırmacı bu hususu küçümseyerek algılasa da, toplumların hafızalarını en sık tazeleyen olgulardan biri atalarının giyim tarzıdır. Zira günümüzde bile belirli kültürleri tanımlamak için; falanca milletin giyim tarzı ya da şu kültüre ait giyim ibareleri ile insanların belleklerinde bir profil çizilmektedir. Daha keskin örnekler vermek gerekirse; Filistin atkısı, İskoç eteği, Arap giysileri vs. olarak şekillendirebileceğimiz çok geniş bir yelpazeden bahsedebiliriz. Bu giyim tarzlarının günlük ihtiyacın dışında sembolik olarak taşıdıkları anlamlar bulunması sebebiyle, kültürler arasındaki giyim benzerlikleri köken tartışmalarında hiçte küçümsenmeyecek ölçekte delil niteliği taşıyabilir. Skuzlar yani Sakaların bir bölümünün sivri şapkalar taktığını ve bu serpuşların kulakları kapatarak boyun altından bağlanır nitelikte olduğunu, arkeolojik buluntular net bir şekilde göstermektedir. İlginç bir tesadüf(!) olsa gerek, Etrüsk din adamları da aynı şekilde kulaklarını örten, boyun altından bağlanan sivri şapkalar takmaktadır. Daha farklı bir bağlantıyla devam edecek olursak, zamanında "Eşek Kulaklarını" saklamak için taktığı yönünden efsaneler uydurulmuş Kral Midas'ın sivri başlıklı serpuşu da bu hususta ilginç bir benzerlik taşımaktadır. Skuz(İskit) arkeolojik buluntularında ele geçen içki sunma kapları ve vazolarda resmedilmiş unsurlardan, bu toplulukta da sivri başlığın din adamları tarafından kullanıldığına ilişkin çok ciddi çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Frig kralının da aynı zamanda ülkesinin baş rahibi olduğunu dip not olarak eklediğimizde kafamızdaki bulmacanın önemli parçalarını yerlerine yerleştirmemiz mümkün olacaktır. Bununla birlikte Yakutların hala sivri ve kulakları örten şapkalar taktığını, Orta Asya'da ki kamların aynı özelliğe sahip başlıklar kullandıklarını da ayrıca belirtmek lazım. Bugün börk, kalpak takan bir adamın Türk kültür dairesi içerisinde bulunan milletlerden birine mensup olduğu yönünde fikir sahibi olabilen insanlar, söz konusu eski çağ tarihine geldiğinde, bu hususla dalga geçmekten daha fazlasını yapamamaktadırlar. Giyim benzerliği ile ilgili o çağlarda sadece Skuzlarda görülen çizme, pantolon gibi diğer unsurları ve bu unsurların yine Etrüsk din adamlarının kıyafetlerinde bulunan hususlar olduğununun altının da ayrıca çizilmesi gerekir diye düşünüyorum.

Etrüskoloji Araştırmalarında Etimolojinin ve Dil Bilimin Yeri

Etrüsklerin(Tur-Skuz) kendi kültür dairemize yakınlık arz etmesi hususunda en önemli delillerden birisi, dil konusunda sunulan delillerdir. Etrüskleri en gizemli kılan unsur, Latin alfabesinin de köklerini oluşturan Etrüskçe'nin çözülemiyor oluşudur. Daha doğrusu, kendi çözümlerinden başka hiçbir yaklaşım ve çözümün kabul edilmiyor oluşudur. Eski çağ uygarlıklarını inceleyen bilim adamlarının, Sumerce, Frigce, Etrüskçe gibi dilleri çözemeyişinin en önemli sebeplerinden birisi, dünyanın doğusunda yer alan dillere hakim olamamalarından kaynaklanmaktadır. Basit bir örnek vermek gerekirse, ağaç kelimesini kendi dilinin fonetik özelliklerine göre yazmaya veya anlamaya çalışan yabancı bir bilim adamının Ğ harfinin okunuşunu bilmemesi halinde aach, ach vs. türevler üretmesi gerekir. Bunu tam tersinden okuyacak olursanız, bundan binlerce yıl sonra herhangi bir yazılı kaynakta AĞAÇ kelimesini gören Hint-Avrupa dili okuyan bir bilim adamının bu kelimenin tree ile bağını kuramayacağı gibi bu kelimeyi kendi dilinde bir karşılık bulmaya çalışacak örneğin Almanya'da bir kasaba adı olan "Aichach" ile karşılaştırmaya kalkacağı durumu mevcuttur. Bunun yanı sıra, Türkçe'de ağaç önüne gelen diğer sıfatlarla farklı türler ortaya çıkarabilirken, Hint-Avrupa kökenli dillerin bazılarında, farklı ağaçlar için farklı kelimeler kullanılıyor olması karşısında çaresiz kalacaktır. Bu da yüksek ihtimalle adına Türkçe yerine başka bir isim verecekleri, örneğin Aghacca diyecekleri bir dil uydurup, bu dili ölü diller arasında nitelendirmeleri ile son bulacaktır. Günümüzde bir takım Aryan tarihçi, dil bilimci ve arkeologun yaptığı işte tam da budur. Sumerce-Kengerce, Hattice, Hurrice, Frigce, Etrsükçe gibi dilleri kendi dilbilim ilkeleri doğrultusunda anlamlı bir bütünlüğe kavuşturamadıkları için ve Doğu dillerine olabilecek hakimiyetleri en fazla Sami dilleri üzerinden gerçekleştiğinden bu dilleri ölü, gizemli, çözülemez diller olarak adlandırmayı tercih etmektedirler. Oysa tarihin en eski çağlarından beri; kültür, efsane, inanışlarını sonraki toplumlara bu kadar yoğun aktarabilmiş toplumların, birden bire ortadan kaybolan ve hiçbir kültür ya da toplumla ilişkisi bulunmayan aşırı gizemli topluluklar olarak kabul edilmesi mantık dışıdır. Mezolitik dönemden itibaren ortaya çıkmış olan toplulukların hiçbirisi, bulundukları yerde kendi kendine ortaya çıkmadıkları gibi ya belirli bir göç hareketinin, ya da bir savaştan kaçışın izlerini taşımaktadır. Dolayısıyla nasıl ki Sumerler-Kengerler Mezopotamya'da toprağın altından yetişip ortaya çıkmadılarsa, onlardan 3.000 yıl sonra Etrüsklerin de toprağın altından durup dururken çıkmaları mümkün olmamalıdır. Bu da pek tabii şekilde, bu kültürlerin nereden gelmiş olabileceği, hangi yazıları oluşturdukları, hangi dine veya tanrılara inandıkları hususunun sadece uzmanı olunan bilim dalının dar çerçevesinde değil; jeoloji, morfoloji, etimoloji, mitoloji, filoloji, arkeoloji, tarih ve diğer pek çok modern bilimin faydalarından yararlanılması ve bunların dışında yaşamış olan kültürlerin siyasi olarak reddini yapmaksızın akademik anlamda tarafsız davranılması suretiyle öğrenilebilir.

Türk dilleri ile karşılaştırması ve sağlaması yapılmadan, eski çağ dillerini peşin hükümler ile gizemli ve hiçbir başka dil ile bağlantısı bulunmayan diller sınıfına almak, aynı zamanda Hint-Avrupalı alimlerin, bugün yaşamakta olan dilimizi de ölü görmekte olduğuna açık karine teşkil etmektedir. Zira yapılan bilimsel çıkarımların sadece akademik değil, siyasi tarafları mevcuttur. Bununla birlikte bu alanlarda çalışan pek çok yabancı bilim adamının, Hint-Avrupa kökeni için de çok önemli bir kültür başlangıç noktası olan Orta Asya kültürüne, Ural-Altay ve Fin-Ugor dillerin karşı gösterdikleri ilgisiz tutum ve bu konudaki bilgi eksikliklerini görmezden gelmeye çalışan tutumları, önümüzdeki bin yılda, bugün yaşamış olan pek çok topluluğun yok sayılmasına sebebiyet verecek türdendir. Kaldı ki bu uygarlıklara ilişkin olarak, kültürümüze geçerek bizlere bilgi veren kaynakların çoğu Hint-Avrupa tarihçiliği doktrinlerini esas alan eserler olduğundan, bu uygarlıklara ilişkin yanlış yorumlanmış pek çok dil bilimi hatası, yanlış okunuş, yanlış ve eksik yorumlamanın bu hususları açıklamak konusunda basiretsiz kalmakta olduğu gerçeğiyle kendi bilim adamlarımızı bile yüzleştirememekteyiz. Bu bağlamda, İngilizlerin Skythes dediğine İskit, Fransızların Truva dediğine Truva demeyi tercih etmekteyiz. Sırf tarihi araştırmalarda kafa karışıklığı yaratmamak adına düzeltilmeyen bu isimlerin önümüzdeki yüzyılda yetişecek diğer tarihçilerin veya bundan bin yıl sonra şehirlerimizi kazacak arkeologların kafasını ne kadar karıştırabileceğini hiç tahmin etmemekteyiz. Bu sebeple destanlar, mitolojiler ve dil bilimi ilkeleri doğrultusunda ortak araştırma yapan bilim adamlarının tezlerinin doğru değerlendirilerek bu uygarlıkların isimlerinin eski çağlarda nasıl seslendirilebileceğinin araştırılmasının da büyük önem arz ettiğini ayrıca belirtmek gerekir.

Bir Medeniyet Paradigması Olarak Sumerler, Pelasglar, Etrüskler

Dünya uygarlığının, Yunan ve Roma kültürü üzerine kurulduğu yönündeki iddialar, akademik açıdan pek çok kez aksi ispat edilmiş olsa da, popüler kültür ve siyaset açısından hala geçerliliğini koruyan bir paradigmadır. Çoğu insan için Antik Yunan ve Roma medeniyeti demokrasinin, insan haklarının, sanatın, matematiğin, özgürlüklerin, inşaatın velhasıl dünya medeniyetinin temeli kabul edilmektedir. Oysa modern anlamda medeniyetin temellerinin Antik Yunan'dan 3.000 yıl önce Sumerliler-Kengerliler tarafından kurulmuş olduğunu, Avrupa'da insanların mağaralardan henüz çıktığı dönemlerde, Sumer Edubbalarında (okullarında) tabletlerin üzerinde Pisagor teoremlerinin bulunduğunu, meclis ve demokrasi gibi kavramların Gılgamış Destanı kadar eski bir destanda yer aldığını arkeolojik bulgular net bir şekilde göstermektedir. Bunun gibi Roma medeniyetine atfedilen hukuk, yasalar, modern inşaat becerileri gibi unsurların Sumerlerde, Hititlerde, Pelasglarda bu uygarlıkların kurulmasından çok öncesinde var olduğu bugün bilinen ve akademik ortamda kabul edilen tarihi gerçekliklerdendir. Kendi tarih tezlerine delil olarak göstermek istediklerinde Herodot tarihini birinci kaynak gösteren batılı bilim adamlarının, Yunanistan'da Mikenlerden çok önce Pelasglar tarafından üstün bir medeniyet kurulduğunu söyleyen Herodot'un kulak ardı edilmesi ise kabul edilebilir gelmemektedir. Tetkik ettiklerim doğrultusunda kati olan şeyleri sayarak bu bahsi kapatacak olursak; Medeniyetimizin kökenleri Sumerlilerdir. Bu zamana kadar Antik Yunan medeniyetine atfedilmiş olan birçok unsur insanlığın hizmetine onlar tarafından sunulmuştur. Yunanistan'da M.Ö. 3.000'de Pelaskoi (Pelasg-Pelasaka-Pelasku-Pelaskuz) denilen topluluk, antik Yunan'ın kurucusu Mikenlerden çok önce bu bölgeyi işgal etmiş, başta duvar inşaatı olmak üzere Miken toplumu ile karşılıklı kültür alışverişinde bulunmuş ve daha sonra bu bölgedeki etkinliğini kaybetmiştir. Roma İmparatorluğunun günümüzde bilinen haline gelmesinin asli sebebi olarak saymak doğru olmasa da, başta Roma şehrinin kurulması ile sayacak olursak, bugün Roma'yı imparatorluk yapan, din, senato, heykelcilik, demokrasi, yapılaşma, sanat, kültür, spor, şehir yaşantısı gibi sayılabilecek pek çok unsur Roma'ya Etrüsklerden miras kalmıştır. İmparatorluğun üzerine kurulduğu temel Etruria'yı bir arada tutan kurallar bütünü olmuştur. O kadar ki, ilk dönem Roma İmparatorları arasında Etrüsk isimli ve ihtimalle bizzat Etrüsk olan imparatorlar hüküm sürmüşlerdir.

Burada saymış olduklarım, objektif tarihi gerçekliği gösteren unsurlar olup üzerinde ittifak edilmiş olan gerçekliktir. Ben bu maratona başladığım günden bu yana, pek çok bilim adamı ve araştırmacının görüşünü belirli bir süzgeçten geçirerek dünyaya medeniyeti sunan bu uygarlıkların kökenlerine ilişkin, kendi hayallerimi değil, olması gerektiği yönünde ciddi deliller olduğuna inandığım hakikatleri sizlere anlatmaktayım. Hakkında pek çok akademik çalışma olmakla birlikte dünya medeniyetini etkileyen İskit(skuz), Pelask (Pelaskuz), Etrüsk (Turskuz) isimlerinde ve bu isimlerin okunuşunda bütün dillere geçmiş olan Sku kelimesinde derin bir hakikatin yattığına inanıyorum. Bu konuda maratonun son kısımlarında hakkında bilgi sahibi olduğum, Alman Sinolog Wolfram Eberhard'a göre bir Türk hanedanı olması muhtemel olan Çin İmparatorluğunun Chou hanedanının da, bu Sku ismi dairesinde yer aldığına inanıyorum. Etrüskler, yani benim kendi kaynaklarıma dayanarak Tur-Sku olduğunu iddia ettiğim uygarlığın, dünya tarihini derinden etkileyen ve Çin'den Roma'ya çok geniş bir coğrafyada hüküm süren Sku-Skuzların bir kolu olduğu çok kuvvetli temeller üzerine kurulmuş bir iddia. Bunun dışında eski çağ Türk tarihini bitirirken daha geniş olarak anlatmayı düşündüğüm, Skuz ve Oğuz kelimelerinin etnonimi düşünülecek olursa kültürümüzün en köklü destanının, sadece masalsı bir hikaye değil, gerçeğin izdüşümü olduğunu da gösterebilecek pek çok kaynağa sahibim. Okurken burun kıvıracak, yüksek seviyede entelektüel arkadaşların hayal ettiği gibi, "Dünya Türk olsun" "Herkes Türkler'den türemiştir" tipi şovenist söylemlerle hiçbir alakam yok. Tarih ve felsefe okumaya başladığım günden beri, beni sürekli motive eden tek unsur, hakikate ve hakikatin bilgisine ulaşmak olmuştur. Bu anlamda da, kültürel emperyalizmin bizlere dayattıklarını kabul ederek, başkalarının medeniyetlerini çalan ve medeniyeti çaldığı topraklara savaş, sefalet, kıyım getirerek bu eylemini gizlemeye çalışan üst kültürlerin "inan, itaat et" dediklerine inanmamayı ve itaat etmemeyi tercih ediyorum. Bilimselliği modern bir ruhbanlığa dönüştürmekte olan popüler kültür entelektüellerinden olmak yerine, uygarlığın temelini atan bir topluluğun mensubu olduğuna dair hayaller gören bir ırkçı olarak yaftalanmayı da, çoktan kabul etmiş durumdayım.

Yukarıda belirttiğim hususlar dışında, İskoçyalı mimar James Fergusson'ın 1872 yılında yazmış olduğu "Rude Stone Monuments In All Countries" isimli eserinde kullandığı öyle bir ifade vardır ki üzerinde durulması gerekir. Taş anıtlar üzerinden yapmış olduğu bu inceleme neticesinde; "Asya'dan, Çin'den başlayarak, Tataristan'da, Hindistan'da, İran(Persia)'da Moğollar, Yunanistan'da Pelasgiler, İtalya'da Etrüskler, Avrupa'daki anıtları inşa edenler, aslında hep Turanlılardır" demektedir. Yine aynı kitapta, Dolmenleri (Yassı taşlarla yapılan bir tür mezar) inşa eden ırkın da Turanlı olduğunu belirtmektedir. Mimari bir inceleme üzerinden varılan bu tespitler kitabın ana konusunu oluşturmamakla birlikte çok ilginç niteliktedir. Bununla birlikte kendisinin, İskoçların kendi atalarının İskit olarak Kilise kayıtlarına geçmesini talep ettikleri 1326 tarihli Declaration of Arbroath etkisinde kalan ve Turanlı olduğuna inanan İskoçlardan olma ihtimali olduğunu da ayrıca belirtmek gerek. Bunun yanında özellikle mimari tarih ve Antik Hindistan'ın keşfi konusunda çağının en önemli figürlerinden olduğunu da not düşüyorum.

Peki...

Peki, Etrüskler Türk müdür? Ya da Türkler Etrüsk müdür? Bütün eski çağ incelemelerim boyunca incelediğim her uygarlık için yazdığım yazıda belirttiğim gibi, önemli olan kim olup, kim olmadıkları değildir. Okuduğum kitaplar ve makaleler sonucunda cevaplamaya çalıştığım soruda, amacım bu uygarlıkların Türk olup, olmadığı değil; kültürümüzün köklerinin ve kaynaklarının hangi uygarlıklardan beslendiği, hangi uygarlıklara benzediği, hangileriyle iç içe olduğunu göstermektir. Etrüsklerin kendilerine Rasenna demeleri, bu kelimenin Arsena, Asena, Aşina aile adlarıyla ilişkisi gibi çok bilinen bir olguya sadece yazının başlığında değinmeyi tercih ettim. Türk kültür dairesi içerisinde yaşayan toplulukların kendilerini yüzlerce farklı isim altında zikretmesine rağmen çoğunun geçmişinde yer alan Asena, Oğuz lafzının aynılığı dikkatimi çekmektedir. Oğuz, Türk gibi çok geniş coğrafya üzerine yayılmış büyük toplulukların dünya kültürüne ne verdiği ve dünya kültüründen ne aldığıyla ilgili bir analiz yapmaktır amacım. Bu doğrultuda eski çağ tarihinin analizine ilişkin son bir yazı yazmadan önce, sizlere eski çağ tarihinde bana yardımcı olan, aralarında tek oturuşta okunabilecek olan kitaplar olduğu gibi, kılavuz kitap niteliğinde olan hacimli eserlerinde bulunduğu genel kaynaklarımı tanıtacağım. Uygarlıklar bazındaki incelemeleri ise burada noktalamış durumdayım.

Ulaştığım noktada ise Roma İmparatorluğunu pek çok konuda beslemiş olan bu kadim uygarlığın, Hint-Avrupalı kavimlerden çok, Ural-Altay kökenli kavimlere yakınlık arz ettiğini düşünüyorum. Batı uygarlığının her fırsatta üstünlüğünü vurguladığı Yunan ve Roma kültürlerinin kendilerinden çok daha büyük kültürlerden iktibas ettikleri değerleri bir siyaset başarısıyla kendi öz değerleri gibi sunması yönünde tezler geliştirilmesinin Batı dünyasının akademisyen ve siyasetçileri tarafından hasır altı edilmesi, aşağılanması ve dalga geçilmesini gayet net anlayabiliyorum.

Anlayamadığım, bunu kendi kültürü aşağılanan ve kendilerinden gizlenen insanların neden yaptığı?

Eski çağ tarihinin genel kaynakları ile maratonun ikinci kısmında görüşmek dileğiyle.