Eski Çağ Türk Tarihi (M.Ö. 10.000 - M.S. 200)


"Tarih şuuru, sadece geçmişin geçmişliğini bilmek değil; 
onun hâlde de var olduğunu anlamak demektir."
Thomas Stearns Elliot


İnsan olmanın en büyük anlamlarından biri, benim için okumak oldu hep. Milyonlarca yılın nihayetinde insanlığın en büyük icadının yazı olduğuna inandım. Yazı sayesinde haklarında belki de hiçbir şey bilemeyeceğimiz pek çok uygarlık, topluluk ve onların yaşamları hakkında bilgi sahibi olduk.  Tarih dediğimiz ve bize kendi geçmişimizi pozitif bilimler aracılığıyla olabildiğince net bir şekilde göstermeye çalışsa da puslu bir ayna olmaktan öteye geçemeyen bilgi yığını; zaman zaman kültürlerin, ülkelerin, insanların gelişimi için veya pek çok daha farklı ve kötü amaç için değiştirilmiş, kırpılmış, hırpalanmış yeniden yazılmış. Modern tarih biliminin pek çok kaynağı bir arada değerlendirerek kendi öznel değerlendirmelerini çıkartmaya çalışması da belki bu yüzden. En önemli sorun olarak da, herkesin geçmişte yaşayan bir uygarlığa, kültüre, topluma sahip çıkma arayışı içerisinde kurguladığı, yeniden inşa ettiği veya tarumar ettiği tezler ön plana çıkmış hep. Tarih konusunda daha fazla bilinç sahibi olmak ve hakkında okumayı sevdiğim bir dal olarak kendimi yetiştirmeye çabalamak konusunda pek çok şey yazdım bugüne kadar. 2013 yılının Aralık ayında başladığım mevcut eserler doğrultusunda geçmişten bugüne tarihi tetkik etme ve edindiğim bilgileri paylaşma konusundaki arzumun en temel sebebi, tarihe hem bilimsel, hem de popüler anlamda çok fazla anlam yüklememden kaynaklandı. Türk tarihi maratonu olarak adlandırdığım, hali hazırda devam eden uzun soluklu maratonun, eski çağ bölümünde bir sene bir aylık süre içerisinde tam kırk beş kitabı bitirdim. Dolayısıyla bu konuda uzman olduğumu iddia etmesem de, en azından belirli teorileri ve tezleri değerlendirmeye yetecek kadar tarih bilgim ve bazı çıkarımlarda bulunabilecek kadar hakkım olduğuna inanıyorum. Eski Çağ Türk Tarihi alt başlığında okumuş olduğum nadide ve son kitabı tanıtarak, bu çağa ilişkin bahsi en azından maratonumu tamamlayıp, yeniden başa döneceğim güne ve bu konuda yeni çıkmış kitapları tetkik edene kadar kapatmayı düşünüyorum. Ardından da, eski çağ tarihini kendi okuma takvimim ve şahsi analizlerim ile noktalayacağım.

Nadide Bir Kitap, Nadir Bulunur Bir Bakış Açısı: Türk Dilinin Beş Bin Yılı – Selahi Diker

Tarihi incelemek konusunda belki de en önemli bilimlerden birisi dil bilimi. Dilbilim, o dönem yaşayan toplumların, etrafında yer alan şeyleri nasıl isimlendirdiği ve bu isimlere ne gibi anlamlar yüklendiğinin anlaşılması açısından geniş bir inceleme perspektifi sunmasının yanı sıra, geçmiş ile geleceğin arasında kabul edilebilir benzerliklere dayanarak kurulacak köprülerin en ağır işçisi konumunda. Bir toplumun dilini, alfabesini, yazım duygusunu anlamlandırabilmek için sadece dilbilgisi kuralları hakkında bilgi sahibi olmak yetmiyor. Arkeolojik verilerin doğru değerlendirilmesi için geçmiş dillerin pek çoğuna hakim olmak gerektiği gibi, bir bağlantı kurabilmek için günümüz dilleri hakkında da derin bilgi sahibi olmak, pek çok dilin kurallarını, ses değişimlerini, seslendirilişini bilmek gerekiyor. Örneğin, hayatında Ural dilleri ve Altay dillerinin telaffuzu hakkında en ufak bir tecrübe edinmemiş bir filoloğun, peşin hükümde bulunarak, Sümerce’nin bu diller ile alakası olamayacağı yönünde tez oluşturması hem bilimsel ahlaka, hem de gerçeğin aranması noktasındaki samimiyet vurgusuna büyük zarar veriyor. Bakış açısının taraflı olması bilginin sıhhatli kaynaklara dayandırılmasını engellediği gibi, yukarıda bahsettiğim tarihin farklı amaçlarla hercümerç edildiği bir oyun parkına dönüşmesine sebebiyet veriyor. Sümerliler ve Etrüsklerle ilgili kitapları tanıtırken, özellikle eski çağ tarihi açısından, alanının uzmanlarından ziyade, kendi araştırmacılık geçmişine dayanarak ve fedakar bir çaba sergileyerek ömrünü karanlık bir noktayı aydınlatmaya çalışan araştırmacıların eserlerinin çok daha fazla tespit içerdiği ve insanın önünü görmesini sağladığını belirtmiştim. Selahi Diker’de bu araştırmacılardan birisi. Mühendis olmasına karşın, kırk yılını dilbilim ve dillerin kökenleri konusundaki araştırmalarına adayan Selahi Bey’in kitabı, en azından şu an için hiçbir yerde bulamayacağınız bir kitap. Bende normalde ederinin üç katına bir sahaftan temin edebilmiştim. Açıkçası bugün olsa yine aynı parayı verirdim, kaldı ki kitap için harcanan paraya acımadığım gibi, böylesi bir eser için seve seve daha fazlasını da verebilirdim. Benim elimdeki baskısı, yazarın kendi imkanları ile yaptırmış olduğu bir baskı olup 538 sayfa. Kitabın başlangıç bölümü, yazarın kendi konusunu sıkı bir şekilde araştırdığını tespitlerinin ve tezlerinin bir hayal doğrultusunda değil, sağlam temeller üzerine inşa edildiğini gösterir nitelikte. Selahi Diker Horasan’lı Selçukilerin –ki Horasan ve Harezm bölgesi ayrıca Kanglı Türkleri bağlantısıyla ilginç bir şekilde Sümerliler’e ulaşan izler taşımaktadır- yarattığı Türk Rönesansı başat unsur olmak üzere, Türk destanlarını ve eski Türk tarihini tahlil ettiği bir bölümle hoş bir giriş yapıyor kitabına. Bu bölümde vardığı sonuçlar çok dikkat çekici olduğu gibi, aynı zamanda pek çok tarih okurunu tatmin edebilecek delillerle bağlanıyor. Kitabın bundan sonra devam eden kısmı ise, dilbilim ile ilgilenenler için daha anlaşılır bir mahiyette. Zira araştırmacının gramer sentaksları, köken incelemeleri ve kelimelerin dönüşümüne ilişkin izlediği yöntem ve ulaştığı tespitler, konunun uzmanları dışında kalan insanlar için bir anlam ifade edemeyebilir. 

Bu konuyla ilgili ara metinlerde geçen ve yazar tarafından “bunun doğru okunuşunun bu olması lazım, çünkü bu sebeple” ifadelerine dayanak teşkil edebilmek için konu hakkında bir miktar mürekkep yalamış olmak gerekli. Kitabın en önemli bölümü olan kayıp dillerin araştırılması hususunda, yazarın 40 yıllık birikimi, araştırmaları, bu doğrultuda ulaştığı fikirler hakkında kapsamlı bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Sümerce, İskitçe, Etrüskçe, Frigce, Hititçe, Hattice gibi bazıları hakkında yeterli kaynağın dahi bulunmadığı diller ile ilgili olarak, bazen bir arkeolojik buluntu üzerinde geçen harflerden, bazen yarısı yok olmuş kitabelerden yararlanarak, tarihi perspektifi de işin içinde dahil ederek, farklı okumalar geliştirilmiş olduğunu fark ediyorsunuz. Örneğin; bu okumalardan, Meşhur Frig Kralı Midas’ı Aramiler üzerine oturan (Aramilere hükmeden) Mete olarak okuması pek ilginç geldiği için bu hususu Frigler ile ilgili yazımda da belirtmiştim. Bunun dışında Sümerce konusunda Osman Nedim Tuna’nın tezleri üzerinden daha gelişkin tezler üretmek konusunda da Selahi Diker’in araştırmacı mantığının ışıltılarını görebiliyorsunuz. Bugün hakkında Hititçe daha doğru kullanımıyla Neşacaya geçmiş olan bazı Hatti duaları dışında hiçbir şey bilinmezken, Selahi Diker’in bu dile ait ufak kapsamlı bir sözlük dahi oluşturmuş olduğunu fark ediyorsunuz. Kitabın geniş bir ufka ve bu ufku destekleyecek bilimsel materyallere sahip olduğunun altını çizmeliyim. Eski çağ tarihine bakış açınızı değiştirecek bir kitap olduğu muhakkak. Ancak başlangıçta da söylediğim gibi, şu an piyasada bulunan bir kitap değil. Sahaflarda arayarak temin edilmesi ve muhakkak tetkik edilmesi gerektiğini, özellikle tarihle ve dilbilim ile ilgilenen okurların, kafasında oluşmuş ve oluşabilecek pek çok soruya netlikle cevap verebileceği konusunda kendi şahsi garantimi verebilirim. Peki bu kitapta öğrendiklerimi de dahil ederek, Eski Çağ Türk Tarihi denilince ne anlıyorum? Kitapları tanıtırken uygarlıklar sırasına göre gitmiş olduğum için burada da bu sırayı takip etmek istiyorum. Elbette bu uygarlıklardan bahsederken, aynı tarihte bulundukları bölgede anlatmamış olduğum diğer kültür ve uygarlıklar hakkındaki bilgilerimle size maratonumun ilk büyük adımının kısa bir profilini çizeceğim.

Anav'dan Mezopotamya'ya Kenger Gölgesinde Yolculuk

İnsanoğlunun antropolojik kayıtlardan izlenen yolculuğu, genetik çoğalma dürtülerinin çeşitliliği sonucu M.Ö. 10.000'den sonra pek çok ayrı kola ayrılmış ve insanlığın yolculuğunu anlayabilmek için antropoloji tek başına yeterli olmaktan çıkmış. Bu dönemin başlangıcı ile dolikosefal ırkın karşısında daha mahir, gelişime açık brakisefal bir ırk türemiş olması ve insanlığın, bireyden topluma, toplumdan devlete dönüşme macerası daha tiyatral bir hale gelmiş. Günümüzde yürütülmekte olan kazılarda, M.Ö. 9.000 yıllarına ait yerleşimler ve arkeolojik veriler elde edilirken, insanlığın yerleşik medeniyet olgusuna en eski çağlardan beri aşina olduğu tespit edilmiş. Bu noktada başta Osman Karatay olmak üzere pek çok yabancı ve yerli araştırmacının yerleşiklikten sonra, göçebeliğe geçişin geriye değil, ileriye evrim olduğu yönündeki açıklamalarına yürekten katılıyorum. Ülkemizin güncel tarihinin başlangıcından bu yana tarih derslerinde bize öğretilen veya algılatılan göçebeliğin aşağı unsur olduğu hususu, göçebeliğin ve hatta özellikle Türk soylu topluluklara atfedilen ve daha doğru bir ifade olan konar-göçer toplumun, aslında yerleşik toplumdan çok daha ileri olduğunu kabul ederek başladım tarih yolculuğuma. Zira konar-göçer toplumların, hem yerleşik bir hayatları, hem de yılın belirli dönemlerinde özellikle hayvancılıkla uğraştıkları için belirli bölgelere kısa süreli göçler yapmalarındaki mantığın günümüzde halen izlerini görmekteydim. Tarih maratonuna başlama fikrime sebep olan Reha Oğuz Türkkan'ın kitabının ardından, kendi gerçeğime değil, gerçek bilgiye ulaşmak için pek çok kitap ve makaleyi tetkik ettim. Okuduklarım sonucunda kati olarak vardığım sonuçlar olduğu gibi, kesinleşmesi pek çok araştırmanın tamamlanmasına bağlı olan, hatta bu araştırmalar tamamlansa dahi kati gerçeğin elde edilemeyeceği ama yorumlanabileceği pek çok bilgiye eriştim. Bu bilgiler doğrultusunda kati olarak söyleyebileceklerim şunlar. M.Ö. 3.000 civarında dünyada inanılmaz bir hareketlenme ve değişim olmuş. Çünkü o anı ve geleceği etkileyecek pek çok uygarlığın kökleri M.Ö. 3.000 civarına kadar dayandırılabiliyor. Bu bağlamda, Traklar, Etrüskler, Hurriler, Sümerliler-Kengerliler, Hattiler, Troyalılar, Pelasglar, Chou Hanedanlığı, Sakalar, Hunlar vd. ile ilgili pek çok kilit olay olmuş. Belirttiğim uygarlıkların, o dönem dünyada yaşam ve medeniyet olan neredeyse her yerde bulunduklarını ayrıca belirteyim. Bunun dışında, yukarıda saydığım uygarlıkların büyük bir bölümünün hamurunda da Kenger-Sümer mayası bulunduğu yine kati unsurlardan. Yazının icadı ile hızlanan ve daha belirginleşen medeniyet macerasında, Sümerliler denilen ama benim sıklıkla Kengerler demeyi tercih ettiğim uygarlığın rolü de büyük. Sümerce içerisinde bulunan çok sayıda Türkçe kökenli sözcüğe dayanarak, "Sümerliler bir Ön-Türk uygarlığıdır" tespitine kati olarak varamasak da, kültür alışverişi unsuru göz önünde bulundurularak, kati şekilde M.Ö. 3.000'lerde bir Türk unsurların var olduğu söylenebilmekte. Haklarında pek fazla yazılı veya arkeolojik kayıt bulunmamasına rağmen, hayali bir uygarlık olmadığı da gözler önünde olan Subarlar ile Sümerliler'in ilişkisi de ayrıca değerlendirilmesi gereken noktalardan. 

Samilerin saldırıları ve Akkadların Sümer kültürünün üzerine çöreklenmesinin ardından, bütün bir Sümer uygarlığının bir anda yok olduğuna inanmak, tarih disiplini ile uğraşan pek çok akademisyen ve araştırmacı tarafından takınılmaması gereken bir tutum iken, sanki bu uygarlık bir anda uzaydan ışınlanmış ve görevini bitirince aynı şekilde geri dönmüş gibi algılatılmaya çalışılması ise bence kabul edilemez hususlardan. Sümerliler, Sami uygarlıkların o dönemde kurdukları gibi merkezi bir imparatorluk olmasa dahi, şehir devletleri kurarak genişlemiş ve özellikle inanç ve dünyayı algılama sisteminin temellerini oluşturarak günümüze kadar -biz farkında olmasak dahi- izlerini sürdürmüş bir topluluk. Bu anlamda Akkad saldırıları sonucunda, Mezopotamya'dan Ege, Anadolu ve Kafkasya coğrafyasına yayılan ve gerisin geri muhtemel göç yerleri olan Türkmenistan-Anav bölgesine ve belki daha da ilerisi olma ihtimali çok yüksek olan Büyük Okyanus kıyılarına kadar süren bir göçü başlatmış olabilecekleri hep ihtimal dışında tutulmaktadır. Özellikle aynı yıllarda  hangi topraklardan geldikleri açıklanamayan, Traklar, Troyalılar, Hatti ve Hurriler gibi uygarlıkların hamurundaki Kenger mayasının dikkatle tahlil edilmesi gerektiğine inanıyorum. Kengerler eski çağın en büyük bilmecelerinden biri olsa dahi tutarlı tezlerle çözüme kavuşturulabilecek bir bilmece olduğuna inancım tam. Bu noktada Hint-Avrupa dil ailesine mensup kavimlerin dillerinden başka, bırakın ölü dilleri, yaşayan diller hakkında dahi fikir sahibi olmayan bilim adamlarının, kati şekilde "Sümerliler Sami değildir, Hint-Avrupalı değildir. Ne oldukları belli değildir" silsilesine varabiliyor olması benim anlaşılmaz bulduğum noktalardan. Kronolojik olarak tutarlı olmayabilirse de, Kenger-Hurri-Troya-Hatti-Hitit-Frig bağlantılarının kurulabileceğine, en azından bu konuda oluşturulmuş tutarlı tezlere kulak verilmesinin bu araştırmalar açısından önem arz ettiğine inanıyorum. Eski çağ tarihinde her uygarlığın ya isim, ya ülke değiştirerek günümüze kadar bir şekilde dallanıp budaklandığına, hiçbir uygarlığın abra kadabra ile havaya toz olup karıştığına inanmıyorum. Benim dışımdaki görüşlere gelirsek, özellikle 2006 yılından sonra yapılan araştırmalar sonucunda Sümer-Türk bağları konusu çok daha etkin bir şekilde savunulmaya ve karşıt görüşlülerin delilleri çürütülerek açıklanmaya başlamış durumda. Önümüzdeki yıllar ne getirir bilemeyiz, ancak yeni buluntular, belki yazılı bir kaç kitabe, belki de tek bir kitabe ve onu doğru okumak için tarafgir olmadığını ispatlamış bilim insanlarının bu gerçeği aydınlatacağına inanıyorum. Ben göremeyecek olsam dahi.

Anadolu: Eski ve Yeni Uygarlıkların Beşiği
   
M.Ö. 3.000 yılından sonra, uygarlık yürüyüşünün Mezopotamya'dan Anadolu'ya doğru ilerlediği görülüyor. Kenger mirasını Anadolu'ya taşıyan uygarlıklar gerçekten var mı? Hattiler ve Hurrilerin bu uygarlıklarla kurulabilecek bağları nelerdir? sorularına bakış açısına göre değişen cevaplar verilebiliyor. Ancak Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Kengerler-Sümerliler'in yükseliş döneminden önce dahi Hurrilerin var olduğu biliniyor. Hatta kuvvetli teorilerden birisi de, Subarlar ile Hurrilerin akraba olabileceği yönünde. İncelemelerim sırasında bu uygarlığın kültür ve geçmişine yönelmiş doğrudan bir kitap bulamadım için Elamların da bu konuda pay sahibi olabileceği hususunun da değerlendirmeye alınması gerekir diye düşünüyorum. Bu noktada uygarlığın Anadolu'da serpilmesinden de önce Urmu Teorisinin de bu değerlendirmeler arasında yer alması gerektiğine inanıyorum. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Urmu Teorisi, Türklerin türeneğinin bugünkü İran sınırları içerisinde Tebriz civarında yer alan Urmu Gölü etrafı olduğu yolunda bir teori. Konuya geniş bir bakış açısı ile bakmaya çalıştığımızda ise bu teori, Hurriler ve Subarların gizemlerinin işin sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu boyutunu ele aldığını düşünebiliriz. Oysa aynı tarihlerde, geleceğin destanlarına konu olacak Troya Uygarlığı Batı Anadolu'nun en ucunda serpilip büyürken, Orta Anadolu bozkırlarında ise Hatti Beyliklerinin savaşlardan, çekişmelerden uzak yaşantısı sürmekte. Hattilerin Hititlere dönüşeceği M.Ö. 2.000 yılına gelmeden önce burada bir savaş ve kaos döneminin başladığı konusunda neredeyse tüm eski çağ akademisyenleri mutabık. Öyle ki Kuşşara Kralı Anitta'nın Hattuşa'yı yıkmakla kalmayıp, aynı yerde tekrar şehir kuranların Fırtına Tanrısı'nın lanetine mazhar olmasını dilediği metinler de bu çatışma döneminin varlığını destekliyor. Hititler kalabalık bir Hatti nüfusunun üzerine oturuyor. Yani yönetici sınıfın azınlığı söz konusu. Ancak günümüzde Sümerce ile Türkçe arasında bağı olduğu ispatlanan en az 130 kelime varken bu uygarlıkla bağ, Türk toplulukları arasında bağ kuramayan bilim adamları ve tarihçilerin, ilk aşamada sadece iki kelime ile Hititçe ve Hint-Avrupa sınıfı diller arasında bağ kurabilmesi ve bu bağa istinaden peşin bir hükümle Hititleri, Hint-Avrupalı bir kavim ilan etmesi kaçınılmaz olmuş. Açıkçası tarihçiliğin özellikle siyasi şekillendirme boyutunun bu derece yoğunlaştığı son döneminde sizlere bu site içerisinde pek çok örnekler sundum. Hatta kendi içimizde dahi, bu görüşlerin haklılığına herhangi akademik veya filolojik bir delil sunmaksızın "Adamlar haklı" diyen pek çok arkadaşımla da hasbihal etmişimdir konuyu. Günümüzde Hint-Avrupa kökenli toplulukların kültürlerinin baskın noktaya ulaşmasının en önemli alameti farikalarından bir tanesi de, istedikleri gibi şekillendirdikleri tarihi, tarihini değiştirdiği insanlara dahi kabul ettirebilmesidir. Bizlerdeki bu kabullenmeyi nasıl adlandırırsanız adlandırın, sonuç değişmiyor. Ben kompleks olarak adlandırıyorum bu duyguyu.

Çağlar boyunca, pek çok coğrafyaya hükmedip, tarih yazmak yerine, tarih yapmaya odaklanan bir milletin, bu eksikliğini yoğun olarak hissettiği bir kompleks olarak. Pek çok insanın kendi düşünce dünyasında "Selçuklular-Osmanlılar neyimize yetmiyor, çok önemliyse hadi Gök-Türkler, Hunlar da Türk olsun" tipi meseleyi sadece Türk olmak penceresinden süzen zihinlerine, medeniyeti dünyanın ayakları altına getiren, Kengerlileri, Hurrileri, Etrüskleri anlatmanın pek faydası dokunmayacağı konusunda da zihnimin çeperlerine kazınmış bir ön yargım var. Buna rağmen okuduklarımı paylaşmaktan zevk alıyor olmam sebebiyle, bu maratonla tarihe ilgisi olan insanların zihinlerini işgal etmekte beis görmüyorum. Bugün Hititler, Troyalılar ve Etrüskler ile ilgili olarak destanlar arasındaki benzerlikler sonucu kurulan bağlantıyı küçümseyen kendi insanımızın, yeri geldiğinde destanların ders almak için birer kayıt olduğunu vurgulaması da pek ikircikli geliyor bana. Açıkçası ben daha büyük işler başarabilecek bir toplum olmanın kudretinin, mazide vücuda getirilmiş başarılardan ilham alınarak toparlanabileceğine çok inandığım için kendimce bir mücadele veriyorum. Pek çok insanın dediği gibi "Sümerliler Türk olsa ne olur? olmasa ne olur?" düşüncesiyle bakamıyorum. Çünkü atalarımızın bir şekilde bu kültürle çok yakın ilişki kurduğuna dair deliller var iken bu gerçeği yok saymanın yanı sıra, Hunlar veya Hiung-nu'ların Orta Asya'da M.Ö. 3.000 yıllarına uzanan geçmişi dahi görmezden gelinerek, Hun Tarihi uzun bir müddet M.Ö. 400 civarında başlatılmıştır. Oysa M.Ö. 1.000 yıllarında İskit/Saka'ları batıya doğru iten Hiung-nu kavimlerinin varlığından bahseden Çin Kaynaklarına rağmen. Açıkçası bir zaman makinesi icat edilip, o tarihleri görme şansımız olsa dahi, gördüğü gerçeği reddedebilecek insanların, her gerçeği dürüstlükle kucaklamaya hazır olmayan insanların yaşadığı bir dönemde olduğumuz için kaynakların ve delillerin de pek önemi kalmıyor gibi. Zira buradaki algı yönetiminin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuyla ilgili basit bir örnek verirsek, Hunlar veya Step Kavimlerinin çoğunluğunu, o dönemde kullanılan "Barbar" yani sınır dışından olan kelimesinin anlamını değiştirerek vahşi olarak nitelendiren Hint-Avrupalı tarihçilerin, Hun ve İskit altın işlerindeki inceliğe bir anlam verememesi pek tuhaf. Bununla birlikte, kan dökmek ve savaşla ilgili atıfları barbarlıkla nitelendirenlerin, Hunlar'dan 1500 yıl sonra Kudüs'te bütün şehrin içinde kandan göller oluşturmasını kutsal bir savaş olarak nitelendiriyor olmasının da riya kokan yüzünü hiç hesaba katmıyorum bile. Bırakın barış dönemlerini, savaş dönemlerinde dahi bir hukuku olan bozkır kavimlerini, savaşta vahşet ve tecavüzde sınır tanımayan kavimlerin torunlarının bu kadar acımasızca eleştiride bulunabilmeyi kendilerine hak görmesini; bırakın tarihi açıdan olmasını, insani açıdan dahi anlamlandıramıyorum.

Okumalarım boyunca gerek dil, gerek arkeoloji, gerekse destanların tetkiki konusunda olsun, pek çok noktadan Mezopotamya, Anadolu, Kafkasya ve Güney Rusya Steplerine sağlam bağlarla tutunduğumuz gerçeğiyle yüz yüze geldim. Bununla beraber, barbar olanın bizler olduğu öngörülmesine karşın, nedense geçmişten kalan yapı ve eserleri tahrip edilen, yok edilen hatta kendilerinden bir iz kalmasın diye çaba gösterilen topluluklar da bizler olmuşuz. Kengerlerin, Hattilerin, Hurrilerin, Urartuların, Friglerin, Troyalıların topraklarında, onlardan bir medeniyet izi kalmaması için can siperane bir vahşet tutumu izleyen komşularının, Sami ve Hint-Avrupa kökenli kavimler olmasının da tesadüf olmadığına inanıyorum. Göçebeliği, geri kalmışlık olarak algılayan zihinlerimizin, bundan 2500 yıl önce kadını otağın, çadırın ve insanın merkezi haline getirecek kadar medeni bir kültürü sahiplenmekten imtina etmesinde olsa olsa üstün(!) Hint-Avrupa ve Sami kültürüne karşı imrenişin etkisi var diye de düşünmüyor değilim. Aslında epey uzun süredir, hangi uygarlıkların Türk olup olmadığından çok, kültürümüzün hangi coğrafyalar üzerinde büyük etki sahibi olup olmadığını araştırıyorum. Bu araştırmalarım sonucu da Büyük Okyanus'tan Atlas Okyanusuna paralel bir şekilde uzanan coğrafyada, çok büyük bir yüz ölçümü üzerinde bu coğrafyaların siyasi tarihlerini ve kaderini değiştirecek uzunlukta etki sahibi olduğumuzu fark ettim. Eski çağ tarihinde Türk, Ön-Türk, İlk-Türk, nasıl isimlendirirseniz isimlendirin konumlandırılma konusunda hep bir sıkıntı söz konusu. Bazı araştırmacı ve tarihçiler, Türklerin hem var olduğunu, hem var olmadığını iddia eden çelişkili makaleler yazıyorlar. Daha doğru ifade etmek gerekirse, makalelerinde öyle ilginç cümleler var ki, bu cümleleri tarihin en eski çağlarından beri var olduğumuza yorabileceğiniz gibi, aslında hiç var olmadığımıza da kanaat getirebilirsiniz. Örneğin günümüz çeşitleri ile farklılık arz eden model bir Eski Türkçe ile M.Ö. 3000'li yıllarda yaşamış pek çok uygarlığın dilleri arasında bağlantı olduğunu kabul eden akademisyenler, makalelerin devamında, bu tarihte bu bölgede arkeolojik bir veri bulunmadığından Ural-Altay kavimlerinin yaşadığının düşünülemeyeceğini belirtiyorlar. Ezcümle var olmamızı istemedikleri için yok addederken, kültür tarihini yorumlamak için bir topluluğun varlığının en önemli unsurlarından olan dil, destan ve sanat açısından ortaya çıkan eserlerden faydalanmakta beis görmüyorlar.

Güney Rusya Steplerinde Tanıdık İzler   

Eski çağ tarihi için bir aralık belirleyebildikten sonra, bu noktada kendi görüşümüzden değerlendirilen uygarlıkların, hangi delillerle hangi unsurlar arasında sayıldığını da inceleme fırsatım oldu. Bu noktada Doğu Avrupa ve Güney Rusya Steplerinin 4000 yıl boyunca bozkır halkları ve özellikle Türk soylu halklar tarafından iskan gördüğü ve burada sayısız devlet kurduğunu ve aslında yıllardır bize öğretilen müfredat içerisinde, bu bölgenin ne kadar az bahsedilen ve mahrem tutulan bir alan olduğunu öğrenmeye başladım. M.Ö. 2.500'den itibaren bölgenin Aslar, Kimmerler, İskitler, Sarmatlar derken bu bölgenin daha sonra da Hunlar, Avarlar, Hazarlar, Altın-Orda, Osmanlı vasallığında Kırım Hanlığı tarafından çok uzun bir dönem bu bölgede bulunduğumuzu öğrendim. Aslına bakarsanız, haritada bir bölge olmaktan da öte, bu toprakların Anadolu'ya ikinci gelişimizden önce uzunca bir müddet Orta Asya'dan sonra ikinci Atayurt olduğu, hatta Osman Karatay'ın ufkumu açtığı şekilde, Türklerin ilk Anayurdu olabileceği gerçeğiyle de yüz yüze geldim. Türk tarihinin en büyük cilvelerinden olan, kendinden olanı daha batıya doğru kovalayıp, topraklarını sahiplenmek ve kendi köklerinden olanla savaşmak düsturu uyarınca, Hunların, İskitleri, İskitlerin de Kimmerleri iterek Anadolu'ya soktuğu, onları takip edip, kendilerinin de Doğu Anadolu'nun bir bölümü dahil, Mısır'a kadar uzandıkları ve tarihin belki de ilk süper devletlerinden birisi olduğu, hayvan üslubu denen sanat üslubunun aslında ne kadar zarif, usta işçilik gerektiren ve kaliteli eserler ortaya sunduğunu da bu maraton sırasında öğrendim. Bütün bir yılın ve daha öncesinde okuduğum kitapların sonucunda net olarak düşünüp, yürekten inanarak söyleyebileceğim en önemli husus, bizlerin vahşilik ve ilkellik anlamında hiçbir dönem barbar olmadığımız. Aksine çağdaşları arasında ciddi yüksek kültür özellikleri sergileyen toplumlardan bahsediyoruz. Diğer kültürlerce barbar olarak algılanmasının en önemli sebebi, karşı karşıya kaldıkları üstün savaşçılık yeteneklerine boyun eğmek zorunda kalmaları. Yoksa günümüze kadar gelen tarihte hiçbir uygarlığın (bazı yerli kabileleri hariç) bir başkasının toprağına, canına, malına tasallut etmediğini düşünmek komik bir tahayyülden ötesi değil. Batı medeniyetinin en çok sahiplendiği Roma Kültürünün fethettiği şehirlerde yaptıklarını kendi kroniklerinden okuduğunuz da, veya Sami soylu devlet ve imparatorlukların Orta Doğu ve Mezopotamya'da akıttığı kandan nehirlerle ilgili bilgileri derinlemesine incelediğinizde, savaşçı barbarlar karşısında ezilen halkların hangi bölgelerde daha çok zulme uğradığını rahatlıkla tetkik edebilirsiniz. Burada savaş olgusunun tarafsızca değerlendirilmesi gerektiğinin ise hep unutulduğuna inanıyorum.

Okuduklarımdan anladıklarım derken, bu süreç boyunca karşılaştığım pek çok şeyden dem vurduğumu fark ettim. Maraton süresince okuyup, tanıtmadığım bazı kitaplar da var. Özellikle Doğu Avrupa ve Güney Rusya Steplerinde olanlarla ilgili olarak geniş bilgiler taşımalarına karşın, sadece eski çağ tarihini kapsamadıkları için tanıtmaktan imtina ettiğim veya içeriğinin bana pek bir şey katmadığı kitaplar. Bunlardan kapsam geniş olanları, maratonun ikinci ayağı olan İslamiyet Öncesi Türk Tarihi bahsinin sonunda tanıtmayı planlıyorum. Devam etmekte olan tarihi maceramda Hunlar'la ilgili pasajlar okurken, belirli noktalarda İskitler ile Hunlar'ın daha doğrusu o coğrafya üzerindeki pek çok bozkır kavminin birbirinden ayrılmayacak kadar iç içe geçtiğine dair de pek çok veriye rastladım. Bu anlamda kimi tarihçilerin krali dediği, bir kral sülalesinin egemenliği altında, pek çok kök ve unsurdan müteşekkil büyük devletler kurma konusunda ortak noktaları olduğu gibi himayelerindeki bütün farklı kültür unsurlarına, kendi ana kültürlerini ve yaşayışlarını benimsetmişler. Özellikle İskitler ile Hunlar'ın birbirlerine benzerliği o kadar muazzam noktadaki, tarihçiler kendi aralarında İskitler'e ait olan bir eserin aslında Hun eseri olduğu veya Hunlara ait bir eserin, aslında İskit kökenli olduğu konusunda tartışıyorlar. Daha da ilginci, Atilla Hunlarının yani Avrupa Hunlarının dillerinin İskitçe'nin farklı bir diyalekti olduğu konusunda deliller sunan görüşler de mevcut. Sarmatlar'a oranla, Kimmerler, İskitler ve özellikle Hunlar'ın daha homojen bir yapıya sahip olduğu konusunda da pek çok eser gözüme değip geçti. Kazak araştırmacıların İskitlere ait olduğu konusunda ısrarlı yazıları olan meşhur Pazırık Halısı, Tilla Deniz Baykuzu'ya göre kesinlikle Hun dönemine ait bir eser mesela. Bunun gibi İskit/Sakalara atfedilen pek çok şeyin Hunlara ait olabileceği yönünde tezler var. Bu doğrultuda aslında benim de İskit/Saka bahsinde işlediğim ve pek çok efsane ve dilbilimsel gerçek doğrultusunda kendimce bazı kanılara vardım. İski/Saka ve Hiung-Nu'nun birbirinden ayrılmaz bir parça iken ikiye bölündüğü gibi mesela. Bu iki uygarlığın kendilerini tanımlarken Saka ve İskitlere Soko-Suku-Skuz-Kuz demeleri, Hunların ise Hiung-Nu, Kun, Hun demesi sadece kavmin kendisini adlandırırken zamanla gösterdiği bölgesel değişiklikler sonucu ortaya çıkmış fonetik değişiklikler olabileceğini gösteriyor. Bu bağlamda Sakaların aslında Proto-Oğuz kavmi olup olmadığı yönündeki tezleri biraz daha ileriye götürerek, Oğuz Kağan Destanının aslında Oğuz: Kağan Destanı olup olamayacağı, Mo'tun'a atfedilen Oğuz Kağan kimliğinin aslında, kendisine Oğuzların Kağanı sıfatı verilmesinin sonucu olup, zamanla halk arasında Oğuz Kağan kişiliğine bürünmüş olup olamayacağı yönünde kendi kendime beyin fırtınası yapmaktayım. Bence Oğuz-Kuz veya Guz, Türk soylu toplulukların, en uzun ve en yaygın kullandıkları isimlerden birisi. Bu anlamda Oğuz Türkleri, ifade edildiği zaman Sakalar'dan başlayıp, Hunlar'a oradan, Gök-Türk İmparatorluğu içerisinde yer alan kavimlere ve oradan da günümüz Oğuz Türklerine kadar uzanan bir kronolojileri olduğuna inanıyorum.

Orta Asya'dan İtalya'ya Uzanan Coğrafyada Saka-Oğuz-Tursk Denklemi

Türk Tarihi ve Kültürünü Orta Asya ile kısıtlamak, son yüzyılın en fazla rağbet gören akademik tutumu. Oysa okumuş olduğum kitapların genelinde varılan bir sonuç olarak, Türk türeneğinin Altay Dağları yerine Kuzeybatı Asya olma ihtimalinin daha yüksek olduğu, belirtilen anayurttan Türk topluluklarının sadece doğuya, Orta Asya'ya doğru göç edip, burada yayıldığına inanabilmek için yeterli coğrafi ve kültürel neden yok. İşin daha ilgi çekici tarafı, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu yıldan bu yana Orta Asya'dan dünyaya yayılan bir göç dalgasının meşhur şablonu ışığında, Türklerin Bering Boğazını geçip Amerika'ya göç eden bir halkası olduğuna dair tezler, günümüzde Avrupa Halklarının kökeninde ve yüksek(!) Batı kültürünün temelinde Türk izleri olduğuna dair tezlerden daha çok rağbet görmektedir. Daha basit bir ifade ile Kızılderililerin köklerinde Türk izleri olması ihtimali, Romalıların köklerinde Türk izleri olmasından daha mümkün bir seçenek olarak görülmekte ve sunulmaktadır. Ben bu konuda sadece pozitif bilimlerden yararlanılmasının yanı sıra, bir miktar da mantıktan faydalanılması gerektiği kanaatindeyim. Hazar Denizinin kuzeyinden aşağı doğru göç eden veya Hazar Denizi'nin doğu kıyısını güneye doğru katederek, Türkmenistan ve İran üzerinden Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bereketli topraklara doğru göç eden bir topluluk düşünün. Bunun Türkler olması da şart değil. Böyle bir topluluğun, Mezopotamya'dan Mısır'a, Anadolu'ya veya gerisin geri, göç ettikleri Kuzeybatı Asya veya Orta Asya'nın derinliklerine tekrar göç etmeleri ihtimal dahilinde midir? Mezopotamya'dan Anadolu'ya göç etmiş bir topluluğun, burada tekrar baskı ile karşılaşması üzerine Kafkasya üzerinden Güney Rusya steplerine veya günümüzde Balkanlar olarak adlandırılan bölgeye göç etmesinin de mantık açısından doğru tercihler olacağına şüphe var mıdır? Peki Balkanlardan ya deniz yoluyla, ya da Alp Dağlarını geçen rotayı izleyerek İtalya'ya bir topluluğun inme ihtimali yok mudur? Günümüzde yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırmalar, yaşamın ve medeniyetin Avrupa kıtasına doğudan gelen göçlerle ulaştığını ispatlamaktadır. Bu sebeple Avrupalılar Hint-Avrupa kökenli kavimlerin kökenlerini sürekli olarak Batı Asya, Güney Rusya, Kafkasya, Anadolu ve dahi Mezopotamya'da aramakta, sırf bu yüzden dolaylı yoldan da olsa başka kültürlerin kendi kültürleri karşısında ne kadar eski ve azametli bir şekilde var olduklarını ortaya çıkarmaktadırlar. Bu aşamadan sonra yapılan ise ya bu kültürleri sahiplenmek, ya da bu kültürlerin varlıklarını yok saymak olmuştur. Mesela Sümerliler'in Hint-Avrupalı olamayacağını anlayan Batılı akademisyenler, bu topluluğun birdenbire ortaya çıkıp, birdenbire tamamen yok olduğuna bütün kamuoyunun inanması gerektiğini savunmuşlardır. Oysa Sami topluluklar, Akkadlar, Babilliler ve Asurlular kökenlerini çok eski bir noktada bağdaştırabildikleri uygarlıklar oldukları için bugün dahi kültürel etnisitenin başlangıcı gibi gösterilmektedir. Halbuki bu Sami topluluklar bir Sümer mirasına kondukları gibi, Orta Doğunun kan ve savaş dolu makus kaderinin başlangıcı ve yaratıcıları olagelmişlerdir. Roma Toplumu uzun yıllar Batı Medeniyetinin mihenk taşıyken, Etrüsk gerçeği ile karşılaşan araştırmacılar rotayı Helen Toplumuna çevirmiş ve buna mukabil ya Etrüsklerin Roma'nın oluşumunda pek o kadar etkili olmadığı ya da bir saman alevi gibi geçip gittikleri tezlerini üretmişler ve günün sonunda Etrüskleri de görmezden gelmeye başlamışlardır.

Bu gibi toplulukların aynı tezlerle yok sayılması ile Türk Kültür Tarihi içerisinde bu topluluklara bulunan ve delilleriyle sağlamlaştırılmaya çalışılan tezlerin çakışması tesadüfi değildir. Bundan 500 yıl önce Türk Rönesansının zirvesi yaşanmakta iken türlü geri kalmışlık içerisinde yoğrulan bir medeniyetin bugün dolaylı mesajlarla Osmanlı İmparatorluğu'nun çağ dışılığından dem vurmaya çalışması dahi bu tezlerin tesadüf dışı çakışması ile bağlantılıdır. Tarihin en eski dönemlerinden bu yana Hint-Avrupa olarak adlandırılan ve temel tanımlamalarda dahi hatalar bulunan bir kök toplumun, 1500'lü yılların sonuna değin yaklaşık 5.000 yıldır mücadele içerisinde olduğu başka bir kök toplum ve onun kültürünü sistematik olarak tek elden yok saymaya çalışması bir akademik araştırmanın veya tarihi perspektifin değil, siyasi bir duruşun açık ifadesidir. Etrüsk-Troya-Turlar-İskitler arasındaki ilginç bağlantıların kabul görmemesi veya hiç değerlendirmeye dahi alınmaması bu siyasi duruşun sonuçlarındandır. Etrüsklere doğrudan Türk kökenli demek ne kadar doğru bir yaklaşım değil ise, asla Türk kökenli olamazlar denilmesi de doğru bir bakış açısı değildir. Sosyolojik, etnik ve kültürel bağlantıların iç içe geçmiş olduğu coğrafyalarda dahi belli başlı toplulukları birbirlerinden ayırt etmeye yarayan başat faktörler vardır. Destanları, dilleri, sanat anlayışları bu konuda bölgede yaşayan diğer uygarlıklarla benzerlik göstermeyen bir topluluğu yoktan var olup, kendi kendine ortadan kalkmış saymak ne akademik açıdan, ne de eleştirel bakış açısının baz alınması açısından muteber değildir. Tur-Saka veya Tur-Skuz adlandırmalarının zaman içerisinde geçirdiği fonetik değişimler ile Truscus-Etruscus olması ihtimaline binaen belki de günümüz Türkçesine adapte edebileceğimiz Tur-Oğuz'lar ihtimalini de değerlendirmeliyiz. İskit ve Etrüsklerle ilgili kitapları tanıtırken yazdığım yazılarda, Tur-Skuz kavramına nasıl ulaştığımı görebilirsiniz. Bu konuda Zaur Hasanov'un Çar İskitler kitabında belirttiği Saka-Soko-Suku-Sku-Skuz-Kuz-Guz-Oğuz denklemini takip ettiğimi söyleyerek kısaca bir dipnotta düşmüş olayım. Evet bu bölümde eski çağ tarihi hakkında bitirmiş olduğum kırk beş kitap sonucunda sizlere sahip olduğum kitaplar doğrultusunda tanıttığım uygarlıklarla ilgili kısa ve net tespitlerimle Eski Çağ Türk Tarihi bölümünü kapatıp, tarih maratonumun ikinci ayağına geçmek istiyorum;

Sümerliler-Kengerliler    
                                                                                                                                                                
Sümerliler veya kendilerine verdikleri isimle Lu-Kengerra yani Kengerliler Türk soylu bir topluluk olabilir. Buna ilişkin epey delil öne sürülebilir. Örneğin Kenger isminin toponimi açısından bakıldığında sürekli Türk coğrafyasında ve şehirlerinde bu isimle karşılaşılması, (En bariz örneklerden birisi Çankırı'nın eski isimlerinden birisinin Kengiri olması) Sümer dilinde geçen kelimeler ile kadim Türkçe'de geçen kelimelerin büyük benzerlikler ve aynılıklar taşıması, en eski mitolojik kaynaklara sahip olmaları sebebiyle Türk destanlarında da büyük etkileri ve benzerlikleri taşıması (bu Sümerliler Türk değil, Türkler Sümerlidir denklemini doğurur ki bence pek farkı yok) başat delillerden sayılabilir. Fakat bu topluluğu incelerken özellikle dikkat çekici olan şey kati bir şekilde bilimsel açıdan M.Ö. 3.500'lü yıllarda Türk dilini kullanan bir topluluk olduğunun altının çizilmesidir. Yani Sümerliler Türk olmayabilir ancak Türkçe konuşan bir toplulukla komşu oldukları reddedilemeyecek bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bu bağlamda Subarlar, Elamlar, Hurrilerin incelenmesi ve bu uygarlıklara ilişkin delillerin üzerinde durulması ve incelenmesi çok önemlidir.

Hattiler-Hititler

Hitit metinlerinde geçen iki kelimenin üzerinden giderek Hititlerin Hint-Avrupalı olduğu yolunda çıkarımda bulunan Batı tarihçiliğinin, aynı hassasiyeti Sümer ve Etrüsk metinleri için göstermiyor oluşu dikkate değerdir. Bu noktada Batı kültürünün dayattığı temelsiz verileri kabul ederek Hititler Hint-Avrupalıdır denkleminin bu kadar çabuk kabul edilmesi de şaşırtıcıdır. Zira Hitit İmparatorluğu'nun yönetici kesimi olan Neşililer çok az sayıda iken Anadolu da beylikler halinde 1000 yıl savaşmadan ve huzur içinde yaşayan Hattilerin bu imparatorluğun nüfusu olduğunu ve dualarında ve günlük yaşamlarında Hattice konuşmaktan vazgeçtiğine inanmak tarih mantığı dışındadır. Özellikle Anadolu coğrafyasını derinden etkileyen Hitit izlerini Osmanlı İmparatorluğu zamanına kadar taşıyan pek çok olgunun varlığı, öncelikli olarak kültürel açıdan Hitit mirasının bizlere ait olduğunu göstermektedir. Bu izlerin içerisinde resmi devlet yazışma dili, saray adetleri ve bir takım ritüellerin bin yıllardır tekrar ediliyor olmasının önemini de ayrıca vurgulamak lazım. Bu doğrultuda Sedat Alp'in dediği gibi ırk olarak olmasa dahi, kültürel anlamda Hititler'in ardılı ve mirasçıları olmamız üzerinde durulması gereken bir noktadır -ki köken bilimi açısından Hitit-Türk bağının olmadığını söyleyebilmek kesin olmayan bir yargıya varmak demektir.

Hurriler-Urartular 

Hurriler eski çağ tarihi açısından çok önemli bir eşik. Subarlar ile olan ilişkileri ve benim bir dönüm noktası olduğuna inandığım M.Ö. 3.000 yılında arz-ı endam eden uygarlıklardan. Hurrileri Türk eski çağ tarihinin önemli aktörlerinden yapan şeylerden birisi bulundukları bölgede M.Ö. 6.000 - M.Ö. 7.000'lere tarihlenen ve eski Türk tamgaları olduğu konusunda pek çok arkeoloğun hem fikir olduğu bir kültürün üzerinde yaşıyor olmalarıdır. Bunun dışında iyi at yetiştiricileri olmaları, dini inançlarındaki motifler ve haklarında az bilinen hususlara rağmen Hitit kültürünü derinden etkilemeleri önemli hususlar. Urartuların ataları olmaları ve Urartular hakkında bildiklerimiz, yaşam şekilleri, kültürel yapıları vb. pek çok ögenin Türk soylu topluluklarla eşleştirilebiliyor olması sebebiyle Türk eski çağının önemli bir ata-torun ilişkisi olarak incelenmesi gerekir. Eski çağ tarihi üzerinde çalışan bazı Türk akademisyenlerin ısrarla Türk soylu olduğu konusunda vurgu yapması sebebiyle dikkatimi çeken uygarlıklar oldular. Bunun yanı sıra, Ermeni ve Kürtlerin de Hurri ve Urartular'ın miraslarında hak iddia etmeleri, özellikle Ermenilerin köklerini Urartu Krallığına dayandırması gibi olguların olduğunu da belirtmek gerekir. Bu noktada Urartular ile ilgili tanıtım yazımda üzerinde durduğum Türki Kralı ve Armanu Kralı bağlantılarının da dikkate değer olduğunu vurgulayarak devam edeyim.

Troyalılar-Etrüskler

Troyalılar ile ilgili tevatürlerin yoğun olmasının sebebi, Fatih Sultan Mehmet zamanında vaki olduğu görülen bir takım ideolojik benimsemelerin sonucu da olabilir. Zira Fatih'in İstanbul'un fethi ardından "Troyalıların öcünü aldıklarına ilişkin beyanlar, orta çağ Avrupasında Troyalılar ile Türkler'in aynı soydan olduğuna ilişkin yazılanların da bir sonucu olsa gerek. Günümüzde görmek isteyen gözler için bağlantılar kurabilmek mümkün. Ancak Troyalılar'ın kökenlerinden ziyade kültür tarihine yaptığı katkının üzerinde durulduğu için onların geçmişi hep gereksiz bir gizem perdesinin arkasında tutuluyor. Etrüskler konusu ise çok daha enteresan bir noktada. Pelasglar ve Troyalılar'ın ve Alpler üzerinden İtalya'nın kuzeyinden gelen İskit/Saka bakiyesini de sayarsak bu unsurların hepsinin Etrüsk uygarlığının oluşumunda katkısı olabileceğini iddia edebiliriz. Türk tarihi açısından önemli olan bir husus ise bir tarihçi veya Türkolog olmamasına rağmen Adile Ayda'nın Etrüsk-Türk bağı için yaptığı çalışmalar olmasıdır. Günümüzde Azeri Profesör Firudin Ağasıoğlu'nun çok daha farklı boyutlara taşıdığı Etrüsk-Türk araştırmaları, Urmu teorisi ışığında daha farklı bir bakış açısı geliştirmeye yardımcı oluyor.

Kimmerler

Barbar Conan düzleminde başlayan incelemenin beni getirdiği nokta hem muğlak, hem şaşırtıcı. Güney Rusya steplerinin Türk anayurduna çok yakın olması ve bu bölgede Kırım Soykırımına değin kesintisiz devam eden 3000 yıllık Türk varlığı düşünüldüğünde, Güney Rusya'dan inen kültür ve yaşamları İskit/Saka topluluklarına ciddi şekilde benzeyen bir topluluğun Türklerin atası olabileceği ihtimalinin hiçbir yabancı akademisyenin gündeminde olmaması anlaşılabilir. Bununla birlikte Türk tarih araştırmacıları ve Türkologların gündeminde yer almıyor olması bana tuhaf geliyor. Türklerin Ataları veya İlk-Türkler sınıfında yer alabilecek bu sebeple katiyetle araştırmaya değer bir uygarlığın bu kadar araştırmaktan geri durulmasının altında makul bir akademik izah bulamıyorum.

İskitler/Sakalar

Bana göre Sakaların Türklüğü bahsi kapanmış durumda. Hunlar ile aralarında kurulan bağlantılar, M.Ö. 2.000'lerde Orta Asya'dan başlayan yolculukları, Herodot'un anlattıkları ve kurganlarda bulunanlar sonucunda onları zorla Ahameniş'lerle bağlamaya çalışanlara inat, Türklerin atalarından oldukları bence kesindir. Hatta daha fazlası araştırılmalı, Hunlar ve Sakalar'ın muhtemel ortak atasına ulaşılmalıdır diye düşünüyorum. 

Sarmatlar

Sarmatlar'ın Sakalardan daha gelişmiş bir konfederasyon yapısına sahip olduğu düşünülürse, Sarmat veya Savromat nam tek bir halkın varlığından bahsetmenin mümkün olmadığı ortada. Ancak Sarmat boylarının bazılarının Türk boylarının karakteristik özelliklerini sergiliyor oldukları da bir yere not edilmelidir. Zira Güney Rusya steplerinde çok az iz bırakmış olmalarının bu konfederasyon yapısıyla birebir bağlantılı olduğuna da inanıyorum.


Sonuç olarak, Eski Çağ Türk tarihine burada bir nokta koymak durumundayım. Maratonda bir programım olduğu için bu çağa ilişkin genel kaynaklarda verilen bilgiler dışında, hususi olarak tekrar geriye dönmeyeceğim. Elbette maratonum bittikten sonra neden olmasın. Bu maratona başlamış olduğum için kendi haneme büyük bir artı eklediğime inanıyorum. Türk varlığının asgari M.Ö. 3.000'lerde de var olduğuna inanmak için ciddi deliller var. İnanmak diyorum, zira bazen kanıt olarak bahsettiğiniz şeyler, her şeye rağmen ya kanıtlık değerini yitiriyor, ya da doğru olana bazen inanmamak(!) için direnenler oluyor. Farklı tarihçilerin, aynı tespitleri doğrultusunda, Sümer-Kenger ahalisi Türklerin ataları değildir desek dahi, onların diline geçen Türkçe kelimelerin mevcut olduğu başka bir uygarlık olduğu gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca Orta Asya'da o tarihlerde neler olduğunu anlayabilecek yeterli arkeolojik ve akademik delil mevcut değil. Coğrafya çok zorlu ve çok geniş. Tarih okurken hep daha fazla zamana sahip olmak istemişimdir. İdrak edecek, özümseyecek kadar geniş zamana. Ne yazık ki, ölümlü varlıklar olarak, bize biçilen sürede okuyabildiğimiz ne varsa onunla idare edeceğiz. Bende bu binlerce sene için şimdilik kırk beş kitap ile idare etmek zorundayım.

Maraton yolculuğum ikinci aşamasına başlıyor. Daha çok Orta Asya, daha çok at, daha çok savaş, daha çok delil ve daha çok kesinlik arz eden bir döneme giriş yapıyorum. İslamiyet Öncesi Türk Tarihi ile Tarih maratonu kaldığı yerden devam edecek.

Tarih ve daha fazlası için, siz de Kara Kütüphane'de kalın. Kitaplarla kalın.