Gerçekliğin Boğulduğu Atlas: Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar

"Düşünüyorum, o halde varım"
Rene Descartes



Bazı yazarlar vardır, hayal güçlerine imrenmekle kalmaz aynı zamanda delicesine kıskanırsınız. İşte İhsan Oktay Anar benim için o yazarlardan. İsmini ilk kez duymamı sağlayan, hatta "oku bak sen kesinlikle seversin" diye beni heveslendiren, şimdi bile yazıları yazmam konusunda beni heveslendiren meslektaşım, büyüğüm Handan Hanım olmasaydı, çok daha geç tanışmış olurdum kendisiyle. Son üç senedir elime her romanını aldığımda beynimin sağ kısmını öldüresiye koşturan bir maceraya atılıyorum. Anar'ın okuyucuları arasında en iyi romanının ne olduğuna dair muhakkak bir sıralama vardır. Bana göre her romanının kendi dünyası, kendi değerlendirme kriterleri var. Tabii her yiğidin gönlünde bir aslan yatacağından, benim en beğendiğim romanını sizlere kısaca tanıtarak başlayıp, sonra Türk edebiyatının bu yeni ve derin nefesini sizlerle paylaşacağım. Kitap İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış, karton kapaklı 238 sayfa. Edebiyata, felsefi ve fantastik bir bakış açısı getirmesinin yanında, kendi tarzını yaratan bir yazar İhsan Oktay Anar. Öyle ki, bir iki romanını okuduktan sonra kendisine ait olan ancak isminin yazılı olmadığı bir metin okuduğunuzda, bu metni rahatlıkla İhsan Oktay Anar'a atfedebilirsiniz. Türk edebiyatına getirdiği soluğun yanı sıra, okuyucuya da zengin kelime haznesi ile dolu dolu bir nefes aldırmayı başarmış bir yazar. Yazarın kelime bilgisi karşısında ezilip, ilk kitaplarını elimde bir sözlükle okuma mecburiyeti hissettiğimi belirtmeliyim. Hayal gücünün genişliği ve üstün hikaye anlatıcılığı bu kelime deryasıyla buluşunca ortaya Puslu Kıtalar Atlası gibi muhteşem bir eser çıkmaması kaçınılmaz oluyor. Puslu Kıtalar Atlası aynı kitabın içerisinde, gerçekliğin ve boşluğun sorgulandığı, Descartes'in gerçekliğe bakış açısının lime lime edildiği, rüya ya da gerçek olduğu belli bile olmayan bir macerada Yeniçerilerle, Lağımcılarla, dilencilerle dolu bir dolu hikayenin aynı kapta harmanlandığı bir roman. Uzun İhsan Efendi, Bünyamin, Alibaz, Kubelik gibi her yazında karşılaşamayacağınız türden temiz ve efsunlu bir kurguyla harmanlanmış karakterlere sahip olması da ayrıca kitabı ilgi çekici kılıyor.

Kitap aslında tarihi kurgu olarak sınıflandırılıyor, ancak fantastik kurgu deseler de çok garipsemezdim. Zira başından sonuna gerçekleşen bütün olaylar gerçekliğin sınırlarını inanılmaz zorluyor. Sizlere kitabı özetlemek veya anlatmak istemiyorum. Kitapla ilgili herhangi bir anlatıma başlarsam, hem ben bunda başarısız olacağım, hem de sizin okuma keyfinizi paramparça etmiş olacağım. Bu yüzden sadece dilim döndüğünce İhsan Oktay Anar'ın tarzına dair bilgi vermeye çalışacağım. Öncelikle bu roman herhangi bir cümlenin dikkat dağınıklığı ile atlanmaması gereken bir roman. Çünkü bir şekilde romanın ilerleyen safhalarında karşınıza çıkabilecek bir sarmal halinde tasarlanmış bir kurgu var. Sizin okurken önemsiz diye geçiştirebileceğiniz bir cümlede hem romana, hem de hayata dair geniş bir felsefenin izleri yer alıyor olabilir. Anar, hikaye kurgulamakta ve masal anlatmakta bugüne kadar rastlayamayacağınıza inandığım kendine has bir tarza sahip. Seçilen kelimeler, kullanılan benzetmeler takdire şayan. Örneğin; "Rendekar'ın Rene Descartes" olması ve "Zagon Üzerine Öttürmeler" diye çevrilen kitabın Descartes'ın "Metot Üzerine Konuşma" kitabı olması, Anar'ın aynı zamanda ne usta bir dönüştürücü olduğunu da göstermektedir. Buradaki dönüştürmeden kastım elbette çeviri manasında değil. Esere verdiği bu isimle kapsamlı düşünmeyecek olan okurun üzerine basıp geçeceği bir anektod haline gelen bu durum, bu zenginliği fark edebilecek okuyucu içinse inanılmaz büyük bir keyfi beraberinde getiriyor. Bu tip sembolik aktarımlar ve derinlik arz eden kelimelerin arz-ı endam ettiği bir romandan özellikle de Osmanlı dönemine ilgi duyan bir bünyenin çılgınca keyif alması kaçınılmaz. Yazar aynı zamanda hikaye içerisinde betimlediği ortamı okuyucuya birebir geçirmeyi başaran bir üsluba da sahip. Uzun İhsan Efendi karakteri, gerçek hayatta bir atlas çizme gayesini, korkuları doğrultusunda gerçekleştiremediğinden, bu atlası rüyasında çizmeye çalışan bir karakter. Kurgu boyunca gerçek ve hayal ayırt edilemiyor olmasına rağmen, bu kadar canlı bir şehir tasviri ya da insanda kapalı yer korkusunu tetikleyebilecek doğrultuda bir lağım anlatımı mevcut. Karakterlerle birlikte değiştirdiğiniz her ortamda, bulunulan yeri gözünüzde canlandırmaktan fazlasını yapıp, sizi o döneme götürerek bir köşeden izleme imkanı veren ve bunu hissettiren Anar'ın bu konudaki becerisi romanın geneline yayılmış. Aynı duyguyu, karakterleri betimlerken de hissettirebiliyor olması hoş. Karakter tanıtımlarında, elbette çok detaylı tasvirler yok, ancak bu aynı zamanda romanın akıcılığını da kurtaran bir unsur olmuş. Yazar karakterlerin kendilerinden çok, hikayelerinin üzerinde duruyor ki; aynı roman içinde tonla farklı hikaye okumaya alışık değilseniz, İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında bu duruma alışmak zorunda kalacaksınız. Bence bir sakıncası yok, çünkü kafanızın dağıldığını hissettiğiniz anda, hikaye bir yerden kendisini toparlamaya başlıyor.

Puslu Kıtalar Atlası, daha doğrusu İhsan Oktay Anar'ın birçok eseri birden çok hikayenin tek bir ana hikayeye bağlanması temelinde kurulmuş durumda. Birden fazla kitabını okuduğunuz zaman, bazı karakterlerin aynen korunduğunu, bazı karakterlerin ise ruh dünyasının diğer kitaplarındaki karakterler ile belirli noktalarda kesiştiklerini fark edeceksiniz. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun 1600-1700 yılları arası dönemini anlatması konusunda yazar o kadar başarılı ki, insan kendi kendine "acaba o dönemlerde bizzat yaşadı mı" diye aşırı fantastik sorular sorabiliyor. Çok olgunlaşmış bir anlatım gücü olmasını yazdığı konularda enine boyuna bilgi sahibi olmasına bağlıyorum. O kadar ki, her bir romanını bitirdiğim de, kendisinin bir masalcı olmasının yanı sıra, bir fizikçi, bir denizci, bir müzisyen olduğuna kanaat getiriyorum. Anlatım gücünün yanı sıra yazım tekniği ve bilgi derinliği açısından bakıldığında, dünya çapında kalite arz eden yazarlar arasında isminin zikredilmesi gereken bir insan İhsan Oktay Anar. Ciddi anlamda Türk edebiyatının en büyük kazançlarından birisi. Sosyal medyada karşılaştırıldığı yazarları (Tolkien, Umberto Eco) görseniz dahi ne denli büyük bir iş yaptığını fark edersiniz. Benim anlamadığım şey, bu zamana kadar neden bir Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi sahip çıkılmıyor oluşudur. Ana dilimizde bu kadar iyi hikaye kurgulayabilen, bu kadar keyifli masal anlatabilen, birinci sınıf iş çıkaran bir yazarın Türk edebiyatına vurduğu damgayı, insanların fark edebilmesi için illa sansasyonel haberler ya da sabun köpüğü popüler eserler kaleme alınması mı gerekmekte? Sizlere tavsiyem bugüne kadar okuma fırsatınız olmadıysa, acilen bir İhsan Oktay Anar kitabı edinmenizdir. Ufkunuzu genişletmekle kalmayacak, aynı zamanda yazarın kalemi ne yazarsa kendinizi orada bulacaksınız.

Kim bilir belki de sadece okuduğumuz İhsan Oktay Anar romanları değil, onları okuduğumuz yaşamlarımız da Uzun İhsan Efendi'nin Atlasında birer sayfadan ibarettir.

Yeniden görüşmek dileğiyle.




Yorumlar