İnsanın Kendisine Yaptığı Yolculuk: Düşüş - Albert Camus

"Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi?"
Kitaptan



Ne zaman, dünyayı hayali bir tepenin üzerinden izlemek istesem, insanın en az dürüst olduğu kişinin yine kendisi olduğuna karar veririm. Kavramlarla oynamaya pek gerek olmasa da, hem bütün insan ırkını kötü eylemlerinden dolayı sorumlu tutarken bazılarını bu gruplamanın dışında tutmak, hem de o kötü grubun içerisinde yer aldığımı kabul etmemek adına insanı tanımlarken "beşer" ve "insan" ayrımına dikkat etmişimdir hep. Bunun dini, felsefi veya manevi bir dayanağı da olabilirdi, lâkin her gördüğünüz yaratığa insan diyemediğiniz için gördüğünüz yaratığa bir sıfat uydurmak zorunda kalışın sonucu oldu bu isimlendirme. Ancak bazen bu sınıflandırmanın dahi gereksiz olduğuna olan inancım pekişiyor. Evet başta da anlatmaya çalıştığım gibi, insan en çok aynaya bakarken yalan söylüyor. Bu yalanların bir kısmını kendinize itiraf edemiyorsanız bile sizin yerinize itiraf eden Jean Baptiste Clamence'in ağzından kelimelere dökülmüş halini size tanıtmakta olduğum kitabı temin ederek okuyabilirsiniz. Tanıtacağım kitap, Can Yayınları tarafından yayınlanmış karton kapaklı 102 sayfa. Albert Camus benim en sevdiğim varoluşçu yazarlardan. Neden bilmiyorum, aramızda kuşaklarca fark olmasına rağmen, sanki tam da okumak istediğim, o an okumaya ihtiyaç duyduğum şeyleri yazmış olduğunu hissediyorum. Düşüş, bir aynaya bakma hikayesi. İnsanın kendisiyle yüzleşirken yaşayabileceği durumları, gerçeğe yolculuğunda attığı adımların yavaşlığını, geçmişi anımsarken kendisi için neyin önemli olup, neyin önemsiz olduğunu tam adlandıramamış olduğunu idrak etmesini anlatan bir kitap. Camus'nün diğer kitaplarında olduğu gibi ana ve aslında tek karaktere kendisinden epey bir şeyler kattığını düşündüren işaretler yok değil. Buna karşın Clamence karakteri pek çok yönüyle kendimi eşleştirebileceğim bir benzerlikte bulunduğundan da kitabı çok benimsemiş olabilirim. Roman veya Türkçe karşılığı kısa romana tekabül eden "novella" diyebileceğimiz kitap boyunca Clamence, kendisine eşlik eden romandaki arkadaşa -ki okuyucunun ta kendisi oluyor- geçmiş hayatında karşılaştıklarını, kendi hikayesini ve hayatını anlatmakta ve sorgulamakta. Aslında gözünüzün önünde gerçekleşen bu iç hesaplaşma, okuyucu olarak sizin de bir yerinden kitabın içine dahil olmanızı sağlamaya çalışan bir monologdan ibaret.

Hayatlarımızdaki tutarsızlıklar, ikiyüzlülüğümüz, kendimize söylediğimiz yalanlar ve hatta sıklıkla söylediğimiz için yalan olduğu halde tek doğru olarak kanıksadığımız ahlaki pozisyonlarımız; bunların hepsiyle ilgili olarak bir şeyler bulma şansınız var kitapta. Amsterdam'da bir bar koltuğunda karşınıza oturup size kendi hikayesini anlatmaya başlayan bir adama karşı, ilk on- on beş dakika (hadi onbeş sayfa olsun) kuşkuyla yaklaşıp, onu dinlemek istemiyor olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ancak hikayesi, eğer içinizde benzeri boşluklar da varsa muhakkak daha hızlı sarıyor okuyucuyu. Clamence'in Issız Adam tarafını da keşfediyorsunuz ki, aslında pek çok erkeğin kendi iç benliğinde, kimseciklere göstermeden yaşattığı bir form olduğuna inanıyorum bu "ıssız adamlık" mefhumunun. Clamence'in kadınlar ve onlarla ilişkilerine dair anlattığı şeyler, pek çok kadının özellikle feministlerin hoşuna gitmeyecek olabilir; lâkin burada sadece Clamence olarak değil, erkek egemen toplumun kadına bakış açısının da, ana karakter üzerinden hicvediliyor olduğunun da düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Sonuç olarak eleştirisini yaptığı toplumun, kadına meta gözüyle bakıyor olması da bu husustaki yorumumu destekler nitelikte. Kaldı ki kitabın tamamı, insanların birbirlerine karşı gösterdikleri duyguların hangi nedenle sahte, yapmacık ve ikiyüzlü olduğunu aktarmak saikiyle yazılmış gibi. Dostlarla olan ilişkiler de, adına aşk denilen karşılıklı menfaate dayalı birliktelikleri özetliyor. Hayatı madde üzerinden yorumlayabilecek insan neslinin ardı sıra düştüğü halde bir türlü fark edemediği, yerlerde sürdürdüğü maceraları da, düştüğünün farkında olan bir adamın sözlerinden dinlemek, önemli ve çok sevdiğiniz bir gösteriye en önden bilet bulmuşsunuz da izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Bu örneği verirken biraz duraksadım çünkü benim için içe dönük ve insanın kendi pisliğini kendisine anlatan kitaplar, oyunlar, filmler sevilesi şeyler. Eğer kendi karakterlerinizde var olmadığını düşündüğünüz boşluklarla karşılaşmaktan korkuyor veya kişiliğinizin ona doğrultulabilecek ilk saldırıda yıkılmasından endişe ediyorsanız, kitabı elinize almasanız da olur. Bana sorarsanız, endişe ediyorsanız dahi bu riski almaya değer.

Camus insanlığa -belki de çok haklı olarak- pek iyi gözle bakmıyor. Kitabında bile insanların masum olduklarına ilişkin her teoriyi reddettiğini, insana suçlu gözüyle bakan her pratiğe de olumlu yaklaştığını söyleyen bir ana karakteri var. Aslında yazının başından beri ana karakter diyorum, lâkin Clamence ve onun doğrudan konuştuğu okuyucu dışında romanda başka karakterler yok. Sadece Clamence'in hayatlarında şu veya bu şekilde yer almış, bir iki satırda geçiştirilecek isimler var ki, onları da roman karakteri olarak sınıflandırmak mümkün değil. Toparlayacak olursam, Düşüş, tek tek insanların değil, insanlığın düşüşünü anlatıyor. Bu küçük romanla ilgili olarak burjuvazi eleştirisi vb. kalıp, beylik eleştirileri bir kenara bırakacak olursak, ilerlediğini düşündükçe veya ilerledikçe, insanlık, erdem, vicdan, adalet, ahlak gibi pek çok konuda olduğundan daha da geriye düşen insanlığımızı bize anlatan cezaevi yargıcına kulak vermemiz gerektiğinin altını çizebiliriz. Özellikle insana dair belirli ahlaki yoksunlukların, davranış bozukluklarının, kültür, millet, hayat görüşü ve benzeri kıstaslar doğrultusunda değişmediği, insanın beşer olmak için gösterdiği hevesin binde birini insan olmaya harcamaktan imtina ettiğini görmek adına Camus'nün kitabını okumanız gerektiğine inanıyorum. Yukarıda onca şey söylemiş olmama karşın, özellikle belirtmeliyim ki, kitapta her insanın kendinde bulabileceğinden daha fazlasını bulmuş olabilirim. Bunu ise tıpkı Clamence'in yapmış olduğunu olumlu bir eleştiriye çevirerek, insanın kendisini keşfetmeye dair bir erdem olarak nitelendirmiyorum. Bence insan olmanın en büyük sorunu, insanın kendisini bir türlü kabul edememesinden geçiyor. Anlatılanlar, bu kitapta okuduklarınız, başka kitaplarda okuyacaklarınız veya gezip görerek, konuşarak, ilişki kurarak edineceğiniz her türlü tecrübe kabul etmemiz gereken basit şeyler aslında. İyi bir adam olmak için kötülük yapmamış olmak değil, kötülüğün ne olduğunu bilecek kadar kavramış veya kötülük yapmış olmak gerekiyor. Her şey zıddıyla kaim olduğuna göre, bir elmanın iki yarısından biri olmak yerine, tüm bir elma olabilmek için iyilik de, kötülük de gerekiyor.

Hayat dediğimiz maceranın ilk anlarından, bebeklik, çocukluk çağlarımızda kötülüğün en saf haliyle karşılaşıp, yoğrularak, yontularak, öğrenerek bir hâl aldığımız düşünülürse, yükselişimizi sağlayabilmek için, düşüşümüzü onurla karşılayabilmemiz gerek.

Yükselişimizi kazanmak için okumaya devam etmeniz dileklerimle, kitaplarla dolu bir hafta diliyorum.







Yorumlar