Paşa'yla Yeniçeri Arasında Varoluş: Dolaptan Temaşa - Ahmet Mithat Efendi


"Her asrın bir hâli vardır ki, iyi ise sonraki asırlarda 
o hallere gıpta edilir, fena ise sonraki asırların 
o hallerden kurtulmuş olmasına şükrolunur."
(Kitaptan)

Dünya Edebiyatını, klasikleri okurken diğer bir yandan okumayı ihmal ettiğimiz, hatta çoğu okurun varlığından bile bîhaber olduğu eski edebiyatımızın klasikleriyle ilgili bir süredir epey güzel bir seri yayınlıyor İş Kültür Yayınları. Modern Türk okurunun eski dilde yazılmış metinleri okuma konusundaki büyük endişesinin de Türk Edebiyatının bu dönemini reddetmesinde payı olabilir elbette. Sonuç olarak hâlen Osmanlıca'nın bir yazı dili olduğu ve Türkçe olduğunu toplumun büyük bir bölümüne anlatmayı başarabilmiş durumda değiliz. Bunda siyasi faktörler ve sakil bir şekilde peyda olan ecdatçılığın payı da olmakla birlikte, az kelimeyle konuşma tembelliği edinmiş insanımızın ve entelektüelliği ağdalı konuşmaya indirgemiş olan münevverlerimizin de büyük katkısı var. Dolayısıyla kendi dilimizde yazılmış metinleri sadeleştirilmeden okuyamayacağımız yanılgısını da bertaraf etmek için İş Kültür Yayınlarının Türk Edebiyatı Klasikleri serisi bir ilaç niteliğinde. Günümüz Türkçesiyle alt başlığı ile yeniden yayınlanan Osmanlı İmparatorluğunun son dönem edebiyatı ve Cumhuriyetimizin ilk dönem edebiyatını karşılaştırma şansı sunması da bir diğer artısı. Çapkının dolaba saklanması fikrinin, sosyal yaşam ve kültürel hafızamıza girişi Ahmet Mithat Efendi'nin Dolaptan Temaşa adlı eseriyle olmalı diye düşünüyorum. Konu itibariyle gelenekten günümüze yaslanan bir klişe olsa da, yazarın romancılık sanatında sahip olduğu tüm kudreti yansıtmak için bundan daha ideal bir saha olmadığı yönündeki sözü hakikati yansıtıyor. Toplumun; felaketinin sembolik açıdan Yeniçeri mi yoksa Paşa elinden mi olacağını düşünen dolaptaki Behram Ağa gibi hissetmesi mümkün mü? Her yazar gelenek veya geçmişte yazılanları farklı bir şekilde taklit ederek ilerliyor. Bu konuda Ahmet Mithat açısından da bir farklılık yok. Elbette bir şerh koyulmalı. Taklidin "taklitçilik" kelimesi alt bağlamında dilimizde olumsuz bir anlam doğurmasından münezzeh bir şeyden bahsediyorum. Erken çocukluğumuzdan itibaren her şeyi taklit ederek öğrenip, hayatımıza uyguluyoruz. Sonuç olarak bilişsel öğrenme biçimleri arasında hatrı sayılır bir yere sahip olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Elbette buradaki taklitle, dolapta bekleyen çapkın motifinin geleneğe girişinden bahsetmiyorum farkındaysanız. Sosyal hayata trajikomik şekilde aktarılması ve yansımalarından bahsediyorum. Çapkının dolaba saklanması fenomeninin, geleneğe girişi çok daha eskilere dayanmakla birlikte bir edebiyat yapıtında kullanılması da 1600'lü yılların sonuna doğru İngiliz oyun yazarı George Etherege'in yazdığı bir oyunda kendisini göstermektedir. Ancak bunun bir temaşa unsuru olarak kültürel hafızamızda geniş yer etmesini Ahmet Mithat Efendi'ye borçlu olduğumuz açık. Tanpınar'ın romancılığı üzerinden gelişmiş bir sohbette, Türk edebiyatında postmodernizmin ilk kıvılcımlarının da Ahmet Mithat'a atfedildiği savıyla düşünmemiz de gerek. Bu durumda, geleneğin içerisinde ve daha önce yazılmış başka bir edebi eserde irdelenmiş bir kavramın üslup ve kültürümüze uyarlanarak yazılmış olduğu söyleminin arkası çok da boş kalmayacaktır. Ancak bununla birlikte dolabın içerisine saklanan çapkın üzerinden, Ahmet Mithat'ın yaşamamış da olsa etkilerini kendi çağına taşıdığı bir devrin siyasi ve toplumsal durumuna dair tespit ve söylemlerde bulunduğunu iddia edebiliriz. Dolaptan Temaşa adlı eserde Behram Ağa üzerinden dönemin vatandaşının durumu da hicvedilmektedir. Sürekli bir felaket beklentisi içerisinde olan vatandaşın, bu felakete sebep olacağın Yeniçeri mi yoksa Paşa mı olduğu konusundaki gerilimli ama nüktedan iç muhasebesi devir siyasetindeki en büyük iki sorunu da bizlere anlatmaya çalışıyor olabilir. Hakeza Ahmet Mithat'ın Yeniçeri ve Paşa'yı okura tanıtırken seçtiği cümleler bile bu konuda yol gösterici bir kılavuz hâlini alıyor. Aslında hikâyenin içerisine iliştirilmiş pek çok ufak bağlantılar yüzünden, özellikle dönem tarihine meraklıysanız ister istemez bu düşüncenin içine saplanabiliyorsunuz. Yine de bu metni metinlerarasılık derdini bir kenara bırakıp, keyifle okuma şansınız var. Üslubu sebebiyle kendinizi sadece basılmak üzere olan bir çapkın gibi hissetmeniz mukadder. Edebiyatımızın, Cumhuriyet öncesinde atılmış bu küçük gözüken dev adımlar, özgün olmak adına bugün hâlen aşamadığımız belli başlı tabuları, daha o tarihlerde aşmış gibi gözüküyor. Daha da önemlisi, neredeyse iki yüz yıl kadar önce anlatıda yakalamakta olduğumuz ritmi ne olup da kaybettiğimizi sorgulamak adına güzel bir başlangıç olduğu kesin.

Sadeleştirilmiş bir metin olduğu için keyifle okuyacağınızı düşünüyorum. Elbette dilin o zamanki varlığı ve kelimelerin anlamına vakıf olup, daha fazla keyif almak da mümkün olabilir. Belki de hem dilimizi, hem edebiyatımızı, hem de özgünlüğümüzü yeniden kazanmak için çok geç kalmamışızdır.

Kitaplarla dolu bir hafta dileğiyle.




Yorumlar