Kırk Yaşına Geldiğinde Konuşacağız Oğuzcan


Açıkçası bu yazının yeri burası mı olmalıydı bilemiyorum. Oğuzcan hakkında bir şeyler yazmayı epey uzun süredir deniyor, ama başaramıyordum. Yasımı tamamlamak belki, belki bambaşka bir şey. Olayın saçmalığı karşısında içine düştüğüm şoktan bir türlü çıkamamak ya da. İnsan sevdiklerinin başına saçma şeyler gelmeyeceğini, dağ gibi bir gencin; ailesini, annesini, kız kardeşini 'baba' adı altında erkek şiddetine kurban vermemek için öne atılıp dokuz kurşunla öldürülemeyeceğini düşünüyor. Sevdiklerimizle ilgili en ötelenmiş şeyleri gözden kaçırıyoruz bu şekilde. Onların başına bu ülkenin rezil dinamiklerine has kötülüklerin gelmeyeceğini varsayıyoruz. Kötülüklerin, çirkinliklerin, uzakta ama bir telefon ötemizdekilere erişemeyeceğine inanıyoruz. 

Oğuzcan'ın katledilişinin haberini aldığımda ne yazılsa saçma demiştim. Kardeşimi kaybetmiştim çünkü. Hâlen yazıp çizmenin, özellikle bu ülkenin okuyan azınlığı dışındaki insanlar için çok fazla bir anlam ifade etmediğinin farkındayım. Ancak yasımı bir şekilde tamamlamam gerekiyor ve Oğuzcan hakkında, onun ne kadar özel bir insan olduğu hakkında yazmadan onu anmamın mümkün olmadığını fark ediyorum. O yüzden bu yazı olabildiğince kişisel benim için. Çevresinde ne kadar insanın hayatını değiştirmiş olduğunu sosyal medya paylaşımlarıyla görmüştüm. Ancak benim hayatımı ne kadar değiştirdiğini fark etmem için onu kaybetmem gerekti. Hâlen ara sıra üç yılı aşkın süren yazışmalarımızın, birbirimize yolladığımız ses kayıtlarının içinde gezindiğim zamanlar oluyor. Bunca süredir onunla ilgili bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Her defasında hatırası beni hırpalıyor. Uzunca bir süre nasıl bir kardeşi kaybettiğimi anlamaya çalışmakla geçti. Hâlen de idrak edemiyorum. Sanki durup dururken telefon çalacak veya "abi biliyorum yoğunsun..." diye başlayan bir mesaj gelecek diye inanıyorum. Ki bu canımı acıtıyor. Şu an yoğun değilim, dilediğin kadar konuşalım diyorum içimden. 

Onunla 2020 yılının ortalarında tanıştım. Tamu Kapısı Anıları kitabını almıştım. Okumuş, içimden "bazı teknik hatalara rağmen iyi bir ilk roman" diye geçirmiştim. Twitterda takip etmeye başladığımı, oradan mesajlaştığımı da hatırlıyorum. Yüz yüze tanışmadığım hâlde en çok konuştuğum insan Oğuzcan'dı. Biraz sinameki, insan sevmeyen, sosyalleşmekten sıklıkla hazzetmeyen bir adamı bile dönüştürmeyi başardı. En azından kendisi özelinde. İş çıkışları yoldayken telefonda konuştuklarımız, ta iki sene öncesinden başına geleceklerle ilgili kederle "ya ölecek ya öldürmek zorunda kalacağım" lafları hâlâ aynı netlikte kulağımda. O dönem bir şeyler yapmaya çalışıp hukuk sisteminin aczi sayesinde hiçbir yere varamayışımız da aklımda. Günden güne bana karşı geliştirdiği ve bırakın hayranlığı, bir insanın benimle muhatap olmasını bile garip karşılayan biri olduğum için bir türlü alışamadığım kendisinin tabiriyle "müritliği" bugün tebessüm ettiğimde bile canımı yakıyor. Her metnini yayınlanmadan önce gördüğüm, yakın zamanda çıkacak Şubat Döngüsü romanı için ilk editörlüğü yapıp, kitabını yerden yere vurmam için bana verdiği izni abarttığım, yine kendisine verdiğim yayın sözünü ekonomik sebepler başta olmak üzere, pek çok farklı sebepten yerine getiremediğim kardeşim Oğuzcan'ı kaybettim. 

Yasım yazmakla geçer sanıyordum, ancak günden güne daha da büyüyor. Eğer bu yazıyı bitmiş şekilde okuyabildiyseniz, emin olun üzerinden yirminci geçişim. On dokuzunda bir iki cümle daha ekleyip, yazamıyorum diye bıraktığım bir yazı bu. Nasıl kurtarabilirdim onu? Kurtaramazdım muhtemelen. Ailemin bir parçası olacak kadar iç dünyama nüfuz etti. Hakeza ben de onunkine. Birbirimize yapacaklarımızı, ileride neler olacağını, bu kötü günler geçtiğinde geçmişi hatırlayıp nasıl güleceğimizi anlattık. Bazen o ümidini kesti, ben onu ayağa kaldırmaya uğraştım, bazense ben koptum gittim, düştüğüm çukurdan o çıkarttı beni. Defalarca yazmayı bırakacağım serzenişlerime katlandı. Son çare olarak, böyle bir şey yaparsam bir gün sokakta yürürken bıçaklanabileceğimi söylemiş, sonra da ciddiye aldığımı fark edip dakikalarca şaka yaptığını izah etmeye çalışmıştı. Şaka mı gerçek mi hâlen ayırt edemesem de onun bu motivasyonu benim için çok etkili oldu. Çünkü kimse bıçaklanmak istemez. 

Oğuzcan'a defalarca söylememe rağmen inanmak istemediği şey, kalemine ne kadar iyi hakim olduğuydu. Bunu dostların birbirini iyi ağırladığı sohbetlerin gereği olarak söylemiyordum. Ki beni tanıyanlar sosyal kibarlık dışında neyi beğenip neyi beğenmediğimi söyleme konusundaki tutumumu bilir. "Bilirsin Haydutlar Gerçektir" şiirini okuduğumda -ki defalarca okudum- benim için tartışma bitmişti. Kendisine benim ona inandığım kadar inanır mıydı? Bilemiyorum. Ama bana, benim kendime ve ona inandığımdan çok daha fazla inandığını bana her defasında hissettirirdi. Bugün iki üç satır bir şey yazmaya devam ediyorsam onun sayesindedir. Ama bir abi, hatta aşırı genç bir baba gibi kendi başaramayacaklarımın ışığını görüyordum onda. Bir keresinde gece boyu sohbet edip, "abi sen bensin" dediğinde onun uzun saçlarına karşılık kel kafamı delil göstererek bunun mümkün olmadığını söylemiştim. Ama öyleydi de. Onda, yazmaya başlamış gençliğimin daha başarılı, daha çalışkan, daha iyi bir insan olan hâlini görüyordum. O yüzden belki sadece kardeşimi değil, kendimi bile kaybetmiş olabilirim. 

Etrafındaki insanları daha iyi olmaya zorlayan, hatta zorlamak demeyelim de tatlı tatlı buna mecbur eden bir adamdan, hünerine karşı eline su dökemediğimiz, ama adaletsizliğine de hışımla karşı çıkamadığımız tanrı ne ister? 

Biliyorum, belki burası bunu yazmak için uygun bir mecra gibi gözükmeyebilir. Ancak burası koca dünyada her şeyiyle bana ait olan tek platform sanırım. Ve ne yazık ki elimden yazmaktan başka hiçbir şey gelmiyor. Oğuzcan Acar'ı kaybettiğim 24 Ekim 2023'den bu yana çok da kendimde değilim. Ona bir borcum olmalı ve yazmalıyım diye düşünüp defalarca bu yazının başından kalktım, ancak hiç değilse ona verdiğim sözü tutmak için devam etmeliyim. Çünkü hâlen gerçekleştirebileceğim, hatta ona söz verdiğim, onun için yapacağımı kendisine söylediğim ortak hayallerimiz var. Belki yanına gitsem daha huzurlu olurdum, ama ne o bana bunu yakıştırabilirdi ne de ben o kadar cesurum. 


Oğuzcan,

Belki benim sana daha önce yazdığım yere gitmişsindir gerçekten. Bir gün orada buluşuruz. Kaldığımız yerden konuşmaya devam ederiz. Belki öteki taraftakilerin okumaya daha çok ihtiyacı vardır. Carl Schmitt'i yakalamışsındır orada, adamı sıkıştırıyorsundur. Burada pek az sayıda insan farkına vardı ama ne koca yürekli ne muazzam bir adam olduğunu oradakiler anlıyordur eminim. Ya da orası da burası gibi hiçtir sadece. Koskoca hiçlikte bile olsa birbirimizi bulalım isterim.  

Serbest İnsanlar Ülkesi'nde kitabını benim için imzalarken yazdığın gibi;

"Kırk yaşına geldiğimde, kırk yaşını çoktan geçecek olmana rağmen, hangimizin daha çok kırk yaşında olduğu üzerine kırk senelik sohbet edebilmemiz dileğiyle."


 


  

Yorumlar