Kimim Ben Ve Ne Yapmaya Çalışıyorum?

İlk sorunun cevabına hep beylik şekilde 'sıradan adam' diye cevap verdim. Çoğu insan için kabul edilebilir bir cevap olmamıştı. Hatta bir kitap sitesinde 'kitap okuyan birisi sıradan olamaz' diyerek mesajla azarlandığım da vâkidir. Burada bir özgeçmiş vermekten çok, çabalarımın neyin karşılığında olduğunu anlatmak istiyorum. Gerçi özgeçmiş de verebilirim, buna bir engel yok. Fakat beni tanımanızın yaptığım şeyi anlamlandırmanızda nasıl bir faydası olabileceğini kestiremiyorum. 

Genelde böyle şeyler faydalı oluyormuş. Arkadaşlar öyle diyor. Sosyal medyaya özel hayatınla ilgili aslında kimsenin umursamadığı detayları boca edersen, neyi, niye, nasıl yazdığını anlatır, fotoğraflar hatta videoyla kayıt altına alırsan mükemmel olurmuş. Ya da "müq". Öyle mi deniyordu şimdi? Kuşak çatışmaları üzerine çok düşündüm. Hangi kuşak olursa olsun kendi özelliğini güncel zamanda yaşatmak gibi bir güdüyle var oluyor. Aslında hepimiz çağın diline, woke saçmalıklarına, dili kerpetenle çekiştirip eğip bükerek sosyal adaleti sağlayacağımıza dair inançların içeriğine fazlasıyla hâkimiz. Ancak kendi kuşağımızda kalabilmek adına bir o kadar da inatçıyız. Çünkü bildiğimiz bu. Kanun-u kadim ise önceki kuşağın sonrakini eleştirmesi üzerine kurulmuş. Anladığımız hâlde anlayamıyormuş gibi yaptığımız, saçmalık saydığımız davranışlara gösterdiğimiz tepkinin sebebi bu içgüdü. 

Peki, yazdıklarımla konunun başlığının ne alakası var?

Sıradan bir adamım, ancak bu benim olması gerektiğine inandığım sıradanlık. Üstü örtülü bir kibir de değil bu. Bence sıradan bir insan enstrüman çalmayı başlangıç seviyesinde de olsa bilmeli. İyi veya kötü bir müzik zevki olmalı, okuyabildiği kadar olmasa da yazmalı. Sıradan insanın hafta sonları veya boş zamanları olmalı, gezebilmeli, tiyatro, sinema veya konsere gidebilmeli. Sıradanlığı bu seviyeye çekmeyen bir toplumun tekamülü, inkişafı yani gelişmesi, ilerlemesi mümkün değil. Eee peki bana mı kaldı insanlara bunu hatırlatmak? Kendimde böyle bir hak ve yetkiyi görüyor muyum? Gelin size kısa bir hikâye anlatayım.

2013 yılının sonlarıydı. Aralık ayının yirmi üçüncü günü olması lazım. İşçi avukat olarak bir hukuk bürosunda çalışıyordum. O kadar çok seyahate çıkıyordum ki haftanın bazen iki günü bazense tamamı evi göremiyordum. Hatta havaalanlarında, otobüs garlarında çok ciddi zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. Kitaplarla aram her zaman iyiydi, ancak evlendikten sonra evime hayalini kurduğum bir kitaplık kurmayı başaramamıştım. Yolculuk etmeyi beklerken kitap okuyarak zaman geçiriyordum. Çantamda dosyalarım, cübbem, pijamalarım ve kitaplarım oluyordu hep. Sonra şehir dışı duruşmaları, keşifleri vs. işler yüzünden taşrada bazen iki üç gün kalmam gerekiyor ve sıkılıyordum. Bu gördüğünüz blog işte bu sıkıntının karşılığında ortaya çıktı. İnsanları aydınlatmak, onlara kitap okuma sevgisi vermek gibi yüce amaçlarım yoktu. Hatta yazdıklarımın bir monolog olacağından çok emindim. Kendime dürüst oldukça bu blogun aslında sadece bir tatmin için inşa edildiğini daha rahat itiraf edebiliyorum. 

Okuyordum, bazı kitapları çok beğeniyordum ve bu kitapları neden beğendiğimi anlatmak istiyordum. Bir eleştirmen olarak değil. Sıradan bir adam olarak. Fakat monolog olacağını sandığım çabam bir şekilde önce yayınevleri, sonra da kitaplarından bahsettiğim yazarlar nezdinde bir karşılık bulmaya başladı. Peşinen en baştan söyleyeyim, Kara Kütüphaneden bir kuruş dahi kazanmadım. Hatta sanılanın aksine, bahsettiğim kitapların neredeyse yüzde doksanını kendim satın aldım. Hatta yine peşinen söyleyeyim, yazarlıktan da bu zamana kadar para kazanmadım. Bir gün zamanı gelirse anlatırım ama üzerine para bile kaybettim diyebilirim. 

Yazarlıktan, yazmaktan para kazanmayı düşünüyorsanız önce ülkenin iklimini değiştirecek, yepyeni bir ülke yaratacak yollar bulmalısınız. Bana öyle geliyor. Hiç düzelmeyecekmiş gibi. Fakat bizim memleket böyledir. Beş yüz bin gencin arasında bir tanesi astronomik bir sözleşme imzaladığında herkes çocuğunu o parayı kazanacağı zannıyla futbol akademilerine götürür. Futbolcu olsun diye gözüne bakar. Yazarlıkta da bu değişmiyor. Çoğu genç yazar kitaplarının milyonlarca satacağı, belki hasbelkader yabancı dillere çevrilerek uluslararası bir üne kavuşacağı hayallerini kuruyor. Ama o işler öyle olmuyor işte. Bunun için de ülkenizin edebiyatının, dilinin tekamülü şart. Bozduğunuz bir dille, örgüyü ninelerinizin elinden alıp olaya giydirmemekle, karikatür karakterler ve dublaj diyaloglarla ilerlenebilecek menzil pek kısıtlı. Ama aşılmaz değil elbet. O beş yüz binde bir kişi neden siz olmayasınız? 

Belki de asıl soru neden ben olmalıyım olmalı. Kendinize bunu sorup makul cevaplar alamıyorsanız, yazarak para kazanamama çarkını kıramayacaksınız. Siz debelenirken bir yerde birileri insanların dini, siyasi, iptidai arzularını kamçılayan özel baskı kitaplar ve tabloid köşe yazılarıyla sizin ağzınızı sulandırmaya devam edecek. Ama siz o değilsiniz değil mi?

Ben de o kişi değilim. Sevdiği bir işi yaparak ondan para kazanmak her normal insan gibi benim de ağzımı sulandırıyor olsa da değilim. Hepiniz için fedakarlık ediyormuş gibi algılamayın elbette. Başta kendim için yapıyorum her şeyi. Okumayı, yazmayı, anlatmayı. Fakat yazmak uğruna on beş yıllık mesleğimi terk etmeyi dahi göze alışımın arkasında romantik sebepler ararsam kendime ihanet edermişim gibi. 

Yazarlığa nasıl başladığımı soran birine "Yazarak" diye cevap vermiştim. Belki de her şey bu kadar basit. Okuduklarımdan anladıklarımı paylaşmalıyım. Çünkü yazdıklarımın, yazacaklarımın da anlaşılmasını istiyorum. Dışarıdan bakınca kendi okurunu yaratmaya çalışan bir yazar görüyorum. Fakat daha üzücüsü okurun mihnetine muhtaçmış gibi algılanmak. Gizli saklı odalarda en büyük korkumla yüzleştiğim zamanlar oluyor. Birinin çıkıp "vergilerimiz sayesinde kitap yazabiliyorsun" demesi gibi mesela. Ya da "ancak biz okuduğumuz için yazar olabilirsin sen" diyecek biri. 

Oysa kendi olay örgümde okurla alıp veremediğim yok. Aynı zamanda okurlardan okumaları dışında bir beklentim de yok. Elbette her yazar okunmak için yazar, ancak bir şeyler yazmaya başladığımda hiç okuyanım olmadığını hatırlayacak kadar kendimdeyim. Tıpkı bu blog gibi. Tıpkı yazılıp yayınlanmış diğer kitaplarım gibi. Tıpkı ulusal çapta pek çok dergide yayınlanmış denemelerim, öykülerim gibi. 

Yayıncılık, yazarlık, editörlük vd. hakkında tecrübelerimi en ufak ayrıntısına kadar tüm çıplaklığıyla paylaşmak isterdim, ama krallar çıplakken bundan bahsetmenin de pek bir faydası yok. Nihayetinde birileri tüm eleştirilerin 'başarısızlığımla' doğru orantılı olduğunu düşünecek. Hatta belki de gerçekten öyle olduğu için eleştiriyor olacağım. Her şey benim için güzel gidiyor olsa niye eleştireyim? Anahtar nokta da bu. Hayatlarımızda her şey yolunda olsa onu değiştirmek için bir şey yapmayız. Dünyayı, ülkemizde olan bitenleri biraz da bu pencereden değerlendirmek gerekiyor. Demek ki çoğu insan için her şey yolunda. O hâlde mizahı, fanteziyi, bilim-kurguyu bir eleştiri vasıtası olarak kullanan ben gibi tuhafların daracık bir alana sıkışıp kalması da mukadder.

Her neyse, yazının başlığına geri dönecek olursak, kimim ben? Kim oluyorum da kendimde bir şeyler yapma gayreti, hevesi, mecburiyeti görüyorum? Kendime karşı ne kadar dürüst olursam olayım, yüzde yüz doğrulukla cevaplandırabileceğim şeyler değil. Dedim ya kendim için daha çok. Yazmayı seviyorum. Az buçuk becerebildiğimi de düşünüyorum. Fazla tevazu sebebiyle çok fazla vasattan nasihat dinlediğimi de düşünüyorum. Özetle kendim için yarattığım fanusa davet edebileceğim kadar çok mülteci kabul etmeye çalışıyorum. Bu hem blog hem de kitaplarım için geçerli. Bir gün o fanus çatlayacak ve sınırsız dış dünyaya açılmak zorunda kalacağız ya da benimle birlikte bir kaç kişi dışında kimse bu hayali fanusun içerisine girmeyecek. 

Gerçekliğin alabildiğine saçmalığından kaçıp sığınabileceğim bir hayal dünyası oluşturmak için kitaplarla dolu bir dünyaya, absürt bir yazıma, fantastik bir anlatıya, can acıtabilecek hakikatlere veya muhtemel gelecek görülerine ihtiyacım vardı. Beğenmeyebilirsiniz, ancak bu satırları buraya kadar okuyabildiyseniz, sizlere vaat edebileceğim tek şey bu. Benim gerçekliğim bu. 

Hoşgeldiniz!